Gebere Barajı’na gitmeyeli yıllar olmuştu… Melendiz yaylalarında gerçekleştirdiğimiz bir keşif gezisi dönüşü, direksiyonu baraj yoluna kırıp mesire alanına ulaştıktan sonra hafif bir yayla rüzgârı ve mangal dumanı eşliğinde baraj gölüne çıktık. Güneşin batmadan önceki kızıllığı, sararmış yapraklar ile sonbahar dallarına vuruyordu. Adeta bir hayâl aleminde güz manzarasını seyre dalmış, barajdaki su seviyesinin kritik eşiğin çok altında olduğu gerçeğini unutmuş, baraj gölünü hep ağzına kadar dolu görmeye alışık olduğumuzdan bu durumu kabullenmekte zorlanmıştık. Neredeyse baraj dibindeki balçık açığa çıkmış, kuyruklu yassı su kaplumbağalarının sırtları görünmeye başlamıştı. İçimizden yağmur duaları ederek düzgün kesilmiş taş dolguların üzerinde yürürken, gurub manzarasını seyredeceği yerde ha bire odun kıran, mangal hazırlayan akşamcıların arabalarından yayılan baygın nâğmeleri dinleyip akşamı ettik.        

Gebere Barajı, yetmiş ve seksenlerde Köşk mesiresi ile birlikte sıkça gittiğimiz yerlerdendi. Niğde’ye pek de yakın olmamasına rağmen aileler ve arkadaş grupları hafta sonları nevâleyi, sepeti, bohçayı hazırlayıp buraya akın ederlerdi. Baraj çevresi vakt-i zamanında ağaçlandırılmıştı. Suyun serinliği ve akasya gölgeleri sayesinde rahat bir piknik ortamı oluşur, her kesimden insan yer içer, bunalınca baraj gölüne girerlerdi. Yasağa aldırmayan piknikçiler suda gönüllerince eğlenir, hatta şişme bot getiren bazı Almancılar “sandal sefası” yaparlardı. Karın, yağmurun bolca yağdığı, betin bereketin olduğu senelerdi.  Her mevsim barajdaki su miktarı ideal seviyedeydi. Kayardı vadisinde henüz hiç kimse bağına bağçesine sondaj attırmamış, kadarak, mirav, pırasıt kelimeleri unutulmamıştı. Kadim baraj, tüm vadiyi suyla buluşturduğu gibi Sarıköprü, Zemerdin, Ahmetpınarı hatta Bucakçayırı’na kadar olan bölge de ziyadesiyle sudan nasibini alır, ağaçlar suya doyar, çayır çimen hep yeşil kalırdı.

O vakitler mangal kültürü günümüzdeki kadar yaygın değildi. Ateş ile alâkalı bir faaliyet yapılacağı zaman diğer insanlar da düşünülürdü. Yazılı olmayan kuralları olan bir piknik adabı vardı. Baraj etrafındaki çayırlık alana doluşan Niğdeli piknikçiler ile Çukurova’nın sarı sıcağından kaçan yaylacılar, uluorta mangal yelleyip ortalığı dumana boğmaz, et ekmek kokusu yaymazlardı. Böyle şeyler ayıp addedilir, “et alan var alamayan var” diye düşünülürdü. İlle de et yenecekse, kıyıda köşede yakılan cılız çıtırgı alevlerinin üzerine konan teneke üzerinde köfte veya pirzola bişirilirdi. Öyle piknik tarzı semaverler, lüks mangal kömürleri, açılır kapanır yönetmen koltukları falan hak getireydi. Nargile sadece oryantalist ressamların Harem tasviri yaptıkları tablolarda görülebilirdi. Çay, çalı çırpı ateşinde kara çaydanlıkta demlenir, sahra usulü içilirdi. Kağıt bardak, kağıt tabak, plastik çatal-kaşık ve ıslak mendilin icad edilmesine daha yıllar vardı… Toplumun her kesiminden piknikçinin nevâlesi hemen hemen aynıydı: kuru köfte, piyaz, patates salatası, taze nane takviyeli söğüş domates, mercimek köftesi ve top yumurta en çok tercih edilen yiyeceklerdi. Lavaş kelimesi henüz dilimize yerleşmemiş, tavuk kanat çılgınlığı başlamamıştı. Tavuğun en makbul yeri derisiyle gerisiydi. Zaten o seneler bu denli tavuk yenmez, ara sıra pişirilenler ise şimdiki gibi saman tadında olmazdı.  Yer sofralarında şepe, yufka ekmek veya bolca küncülü pide olurdu. Yerli undan yapılan yufka ekmeğin arasına küp peyniri, soğan- kıyma veya hakırdak dürülür, çoban azığı kıvamında pratik olarak afiyetle yenirdi. Yemeğin ardından erkekler çoğunlukla şekerleme yaparken, hanımlar sofrayı kaldırdıktan sonra örgü örerek sohbete dalarlardı. Çoluk çocuk ise ya top peşinde koşar ya da salıncakta sallanır, sıkılınca da tahliye kanallarındaki kurbağa larvalarının birbirleriyle yarışını seyrederlerdi.

Baraj mesiresinde, akasya gölgelerine postu seren ailelerin yanı sıra, kıyıda köşede demciler de olur, ağaç budaklarına astıkları pilli radyoların orta dalgasından ince saz dinler, kendi âlemlerine dalarak, muhabbetin belini kırarlardı. Çay bardağıyla usulünce fondip yapar, kimseye karışmaz, lâf atıp kavga çıkarmazlardı. Ara sıra sofralarının ortasına düşüp, peyniri kavunu hoplatan plastik toplara bile ses çıkarmaz, bunu espri konusu yaparlardı. Bu demciler, tenekeyle içip olay çıkaran birkaç kendini bilmez serhoşun yüzünden yıllar içinde tedricen ortalıktan çekilip; Tepe Bağlarının, Ferteğin, Kayardı’nın kuzineli taş evlerinin ıssızlığına kapandılar.

İnşâsı otuzlu yılların ikinci yarısında başlayıp 1941 yılında biten Gebere Barajı, hacmi, mimarisi ve kesme taş dolgusuyla Anadolu su kültürünün müstesna örneklerinden birini teşkil eder. Erken Cumhuriyet döneminde Çubuk Barajından sonra inşâ edilen ikinci baraj olma özelliğine sahip olan Gebere Barajının yapım hikâyesini ise ikinci bölümde bulacaksınız…  

Devamı haftaya…