Sahaflarda gezinirken bulduğum 1975-76 yıllarına ait Niğde telefon rehberi, zihnimin derinliklerinde yer etmiş olan çocukluk anılarımı episotlar halinde gözümün önüne getirirken, yılların bizden neler getirip neler götürdüğünü derinlemesine düşündüm.  O senelerin Niğde’si gün boyu siyah beyaz bir film şeridi halinde aktı gitti…  

Şimdiki nesil bilmez; bir zamanlar telefonla görüşmek zor iş, eve telefon bağlatmak ise ayrıcalıktı. İletişim kanallarının günümüzdeki yaygınlığı, ucuzluğu ve kolaylığı o romantik dönemlerde hayal bile edilemez, kırk-kırk beş sene öncesine kadar telefon her evde bulunmazdı. Resmi dairelerde, emniyette, askeriyede, kalburüstü esnafta, muhtarlıkta, mahalle bakkalında ve nasılsa torpil yapıp bağlatabilmiş nüfuzlu kişilerin evlerindeki telefonlardan güç belâ görüşme yapılır, kimi zaman karşı tarafa ses duyurabilmek için bağırmak gerekebilir, ya da araya giren diğer abonelerin sesleri ve parazitler yüzünden, telefon görüşmesinden pek bir şey anlaşılmaz, doğru dürüst iletişim kurulamazdı.  

Postaneye sabah saatlerinde yazdırılan telefonlar yıldırım tarifesi değilse akşam ezanına doğru bağlanır, lâfı bitiremeden, doğru dürüst karşılıklı vedalaşıp helâlleşemeden üç dakikada hat kesilirdi. Niğde o vakitler hâlâ otomatik santrale geçmemişti. Telefonla konuşmak için üçüncü şahısların sisteme el atması gerekiyordu.  Manyetolu telefondan postane arandıktan sonra telefon memuresine görüşmek istenilen numara söylenir, o da fiş çıkarır, fiş sokar telefonu bağlardı. Yetmişlerin sonu ve seksenlerin ilk yıllarında İstanbul’dan Aladağlar’a gelen dağcı ve kampçı taifesi; ellerinde sikke-karabin, ceplerinde sarı jeton, haybeye telefon kulübesi arar dururlardı.

Hasbelkader evlere bağlatılan telefonlardan tüm mahalle istifade ederken kıvırmalı çevirmeli telefon makinaları da kutsal emanet muamelesi görür, evin en itibarlı köşesine konulup üzerlerine tığ işi örtüler örtülürdü.  O zamanın telefonları yassı pille çalışırdı. Memlekette benzin, mazot, yağ, şeker kuyrukları uzar giderken, ampul, lüks lambası gömleği ve pil gibi zarurî ihtiyaç maddeleri de kıtlıktan nasibini alır, pil bulunmazsa radyo ve telefonlar susar, iletişim kesilirdi.

Mahallenin “Pencere Müftüsü” ünvanlı tombul teyzeleri, birbirlerine “Komşu, komşuu ! Selahattin Eker’e yassı pil gelmiş, Bakkal Nail efendiye Vita gelmiş ayol ” diye seslenir, esnafı kollayıp ticaretin canlanmasına katkıda bulunurlardı.

İstasyon Caddesi’ndeki dükkânımızda kendimi bildim bileli siyah manyetolu bir telefon dururdu. Hassas terazi, Facit hesap makinası ve kül tablası olarak kullanılan minyatür oto lastiği aksesuar grubunu tamamlayan bu telefondan her gün sabah İstanbul Kapalıçarşı aranır, 15 saniyelik görüşmeyle altın fiyatı ile döviz kurları öğrenilirdi. Döviz o senelerde ciddi kısıtlama ve yasaklara tabii, altın ise şimdiki kadar kıymetliydi. Yetmişli yılların son demleriydi… Sokaklar tekinsiz, kuyruklar uzun, yürekler tedirgindi. Biz çocuklar ise yağmurdan sonra salyangoz toplayıp satmanın, tornetle Kışlabayırından kaymanın, domates salçası sürülmüş veya tek kat Sana yağı üzerine toz şeker serpilmiş iki dilim ekmeğin derdinde; çamura çivi saplayıp pes oynuyor, it güdüp iplik büküyorduk.

Ajansı radyodan dinlediğimiz, suyu musluktan içtiğimiz, evlerin muşamba ve gazyağı koktuğu o  yıllarda her nasılsa günün birinde evimize de telefon bağlandı. Konu komşu o gün hayırlı olsuna geldikten sonra bizim telefon onlara da hizmet vermeye başladı. Ben de ortalığı boş bulduğumda iş olsun diye dükkânımızı arar “42’yi bağlar mısınız” diyerek santral ile görüşmeyi medeni cesaret sayarken, telefonla konuşmayı da büyümüşlük olarak görürdüm. Beş altı yaşındaki veletlerin bile ceplerinde telefon taşıdıkları günümüzde artık numara çevirme de kalmadı. Çoğunluk, aramak istediği kişiyi Siri’ye söylüyor, aramayı o yapıyor. İnsanoğlunu robot ya da androidlerle beraber yaşamaya alıştırıyorlar. Banka ya da çağrı merkezlerini aradığımızda da telesekreter çıkıp meramımızı anlatmamızı istiyor. Kurumsal aramalarda normal insanla telefonda görüşme imkânını da elimizden alıyorlar. Zaten tüm dünyamızı da el kadar telefona sığdırmadılar mı?... Herkesin kafası gözü akıllı telefonlara gömülü, beyinler sulanıyor kimse artık aklında telefon numarası tutmadığından, yol bulmak için kendini yormadığından, her şey hazır paket halinde sunulup yönergelere tabii olunduğundan günden güne zihinsel yetenek ve hislerimizi kaybediyor, el Cezeri’nin otomatlarına benziyoruz.   

Niğde’deki telefon sayısı o vakitler sadece 730 iken şimdi binlerce aboneye ulaştı. O yıllarda abone sayısı kadar telefon rehberi basılıp abonelere dağıtılır, herkes herkesin numarasını bilir, kimse kimseyi boş yere arayıp meşgul etmezdi. Sadece nefesi duyulan ancak sesi gelmeyen telefon sapıkları ise henüz kundaktaydı. Telefonla görüşmenin pahalı ve ayrıcalıklı bir durum olmasının yanında, usulü adâbı vardı.  Bunun ilk kuralı; arayanın önce kendini tanıtıp hâl hatır sorması, ardından meramını anlatmasıydı.

Telefon rehberinin sayfalarında gezindikçe sadece alfabetik bir abone listesi veya reklâm bülteni değil, görgü kurallarının hatırlatıldığı bir kitapçık olduğunu fark ettim. Bugüne kadar muhtemelen pek kimsenin incelemediği bu rehberin sayfalarını çevirdikçe satır aralarının ilginç ve yerinde mesajlarla dolu olduğunu gördüm.  Bunlardan biri:

“Telefona daima nazikâne cevap veriniz, Karşınızdaki en çok saydığınız, en çok sevdiğiniz veya hakkınızda ilk intibaının müsbet olmasını istediğiniz biri olabilir”  mesajıydı.

Sayfa aralarında şöyle bir hatırlatma yapılıyordu:

Arayanlar telefona çabuk cevap verenleri takdir ederler

Mümkünse telefona ilk çıkışta cevap vermeye gayret ediniz.

Şimdi böyle duyarlılıklar kaldı mı?

Seksenlerde yurt sathında her köy elektriğe kavuşurken telefon hatları da evlere, mezralara ulaştı. İletişim devrimi başlamak üzereydi. Doksanlı yılların ortalarına kadar telefon rehberleri basılmaya devam ederken günden güne ticarileşip bir süre daha “Sarı Sayfalar” olarak yayımlanmaya devam etti. Bize de bu rehberleri, eskicilerden, sahaflardan, Kale Mahallesinin yıkıntılarından toplayıp incelemek düştü.    

Sayfalarda gezinirken Gömlekçi Osman Ulusoy, Berber Avni ve Turan Güneş, tahta kaşık ve zil erbabı Osman Kabaksız, Doktor Müzeyyen Toker, Radyocu İsmet Topçu, Kemal Taciroğlu, Balıkçılar, Hafızlar, Göncüler, Emin Üstüntaş, Emin Hazer, Ünal İnsel ( Foto Ünal) Dr. Doğan Baran, Baki Gebelek, Naim Erem, Hüseyin Ülkü, Emin Necdet Öner, Şammaz Öner, Ecz. Osman Öke gibi eski adamların kayıtlarına, sazcı Mehmet Dönmez’in de gitar saplı sazıyla çektirdiği sahne fotoğrafına rastladım. O senelerde şehirde iki sinema, dört beş eczane, iki benzinci ve

5 tane avukat hizmet verdiği görülürken İpilik Dokuma Fabrikasının renki kuşe kâğıt muhteşem reklamı da dikkat çekiciydi.

O yıllara ışık tutan bu rehber, Şehir Müzesinde teşhir edileceği günü beklerken, buna benzer yazılı kaynakların da  yaşanmışlıkların kayıtlarının tutulması adına çok önemli olduğunu vurguluyor, eskiye dair bilgi, belge, kitap, albüm, obje ve her nev’i antika eşyayı müzemiz için toplamaya devam ediyoruz.