Boş vermiş, aman sendeci biri değilseniz nereye gidiyoruz, ülkemiz, orta doğu, dünya nelere gebe vb. Sorular günlük yaşamın telaşı içinde mutlaka aklınıza takılıyordur. Önünü görme isteğinden kaynaklanan bu sorular, belirgin bir endişeyi de içlerinde taşıyor. Çünkü yaşadığımız günler, kelimenin tam anlamıyla sürprizlerle dolu, kaotik bir özelliğe sahip. Her an her şeyle karşılaşmaya hazır olmak gerekiyor. 

      Bunu, nerede, ne zaman, ne yapacağı kestirilemeyen bir lider olarak algılanmamız istenen cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın karakteri ile açıklanması kelimenin tam anlamıyla idealist düşünceye tekabül eder. “Marksist” olduğunu iddia eden çevreler içinde bile rastlanıyor böylesi değerlendirmelere.

     Tarihin oluşumunu tümüyle bireylerin, partilerin, sınıfların iradesine bağlı olarak şekillenen öznel süreçler olarak gören bu idealist yaklaşım, bu tek yanlı, düz ve mekanik mantığı, baz aldığı iradeler arasındaki ilişkilere de uygulayarak her şeyi belirleyen bir “üstün irade” masallarıyla çıkıyor karşımıza. Bu “üstün irade”, Tayyip Erdoğan ve avanelerinin dilinde “üst akıl” oluyor, çoğu onun karşısına “bilimsel düşünce ve aklın temsilcisi” olarak çıkan “bazı” sözüm ona sosyalistler ve Kemalistlerin dilinde ise “emperyalizm” oluyor.    

      Ülkemiz ve Ortadoğu’da ne olup bitiyorsa -bunlara göre- hepsi emperyalizmin oyunu. Onlar tarafından tezgâhlanıp kışkırtılıyor! Ya da egemen sermaye istiyor, emrediyor, ihtiyaç duyuyor, her şey ona göre şekilleniyor (Yalnız bu sonuncular, örneğin 7 Haziran seçimleri sonrasında bir AKP-CHP koalisyonunun neden kurulamadığını hala açıklayabilmiş değiller. Yâda yine yeni yeniden “Tayyip istemedi” diye açıklayıp geçiyorlar.

       Bunun görünüşteki zıddı ise bu kez toplumların, sınıfların, parti ve örgütlerin, hatta bireylerin iradelerini, bu irade temelinde şekillenen pratiklerin rolünü önemsemeyen bir nesnelcilik. Bu kafada olanlara kulak verilecek olursa, her şey nesnel koşulların kaçınılmaz sonucu. Hareketlerimizi ve etkimizi sınırlayan bu nesnel koşullar eğer yeterince olgunlaşıp elverişli hale gelmemişse, ne yaparsak yapalım boşuna. Onun için uğraşmaya, emek ve zaman harcamaya, hele hele de bazı bedelleri göze alıp ödemeye gerek yok. Kollarımızı kavuşturup tarihin oluşumunu tribünlerden seyretmeyi vaaz eden bu kuyrukçu edilgenlik, bugünlerde örneğin, “devletin sert bir tepki göstereceği belli olduğu halde Cizre ya da Sur’da niye bu kadar ısrarla dilenildiğini” sorguluyor. 

       Önümüzdeki günlerin “zor” ve “acılı” geçeceği açık. Bunun hem kapitalizmin dünya çapında girdiği sistem krizi, hem Ortadoğu’da bütün taşların yerinden oynamış olmasıyla hem de ülkemiz egemen sermayesinin yapısal zayıflıklarıyla bağlantısı içinde tarihin bu evresinde karşı karşıya bulunduğu ekonomik ve siyasi açmazlarla olan bağlantılarına bugüne kadar sayısız kez yazılarımda belirttim. Onun için burada tekrar cemaziyel evveline girmeyeceğim. 

       Bu gün asıl dikkat çekmek istediğim nokta, bütün iç karartıcı yanlarına rağmen bu tablonun sürgit böyle devam etmeyeceği. En “sağlam” ve “değişmez” görünen konum ve dengelerin bile kısa bir süre içinde nasıl altüst olup tersine dönüşme olasılığının gözden kaçırılmaması gerektiğinin altını çizmektir. 

       Bu olasılık elbette “olumsuzluklar” acısından da geçerli. Yani bugünleri de arayacağımız gelişme ve sonuçlarla da burun burunayız. Ve fakat tersi de mümkün ve güçlü. Dönemin belirsizliklerle yüklü kaotik özelliği zaten her iki yönde de “hiç beklenmedik gelişmelere” açık ve gebe olmasından ileri geliyor. 

       Bu ortamda, tarihin oluşumuna etkide bulunan “kurucu” bir oyuncu olmak isteniyorsa eğer,  materyalist tarih anlayışının temel esaslarının hatırlanmasında yarar vardır. Örneğin,“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar” der. Bu öğretinin kurucu ustalarından Marks. “Ancak” diye de devam eder, “onu keyiflerine göre kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar.

       Yine kurucu ustalardan Engels ise “.. Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en son belirleyici öğe, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir” temel ilkesini açımlayarak hatırlattıktan sonra , “tarih öyle bir biçimde oluşur ki” diye devam eder, “nihai sonuç daima, birçok bireysel irade arasındaki çatışmalardan doğar; bu iradelerin her biri de hayatın bir sürü özel koşullarınca oluşturulmuştur. Böylece, birbiriyle kesişen sayısız güçler, tek bir sonucu –tarihi olayı- oluşturan sonsuz paralelkenarlar dizisi halindedir. Bu da yine, tümüyle bilinçsiz ve iradesiz işleyen bir gücün ürünü olarak görülebilir. Zira her bireyin istediği, diğerlerince engellenir ve ortaya çıkan, hiç kimsenin istemediği bir şeydir”. 

       Evet, bir bileşke olarak ortaya çıkan bu sonucun bizim “isteklerimize” daha yakın şekillenmesini istiyorsak eğer, öncelikle her türlü yılgınlık ve teslimiyet eğiliminden uzak, tribündeki eli böğründeki seyirci değil en azından sahada oynayan takımına + bir oyuncu olarak destek sunan taraftar olma zamanıdır.