Geçtiğimiz haftaya damgasını vuran olayları ana başlıklar altında topladığımızda, bugünün dünyası hakkında oldukça yalın bir görüntüye ulaşabiliriz. Zira son günlerde yaşanan gelişmeler, içerisinden geçtiğimiz tarihsel dönemin tüm temel çizgilerini en yalın ve çarpıcı bir biçimde ortaya koyabilecek bir nitelik taşımaktadır. Kuşkusuz bu tablo yeni değildir, fakat üst üste düşen çarpıcı gelişmeler bu tabloyu tüm hatlarıyla belirginleştirerek gözler önüne sermiştir.
 
        Geçtiğimiz haftaya damgasını vuran gelişmelerden ilki, kapitalist metropollerde, yani sistemin merkezinde ortaya çıkan ve bu ölçüde de dünya ölçeğine yayılan mali kriz dalgasıydı. Borsalarda keskin düşüşler yaratan ve bir dizi devletin iflas riskini iyiden iyiye belirginleştiren bu süreç, üstesinden gelindiği iddia edilen krizin derinleştiğini ve yüzeydeki geçici durulmanın yanıltıcı olduğunu bir kez daha gösterdi. 2008’de ABD’de baş gösteren ve finansal sistemin çöküşü, ardından ise genel bir ekonomik kriz görünümü kazanan büyük sarsıntının ardından emperyalist-kapitalist düzenin efendileri, sistemi kurtarmak adına devlet kasalarını mali sermayenin hizmetine sunmuşlardı.
 
       Böylelikle de sistemin çarkları yeniden döndürülürken gerçekte kriz bir başka alana, hazineler boşaltılarak devlet maliyesi alanına taşınmıştı. İşte bugün devletlerin iflası biçiminde ortaya çıkan kriz dalgası, krizi ertelemek üzere uygulanan bu türden geçici önlemlerin işe yaramazlığına ayna tutmuştur sadece. Hatırlatmak gerekir ki 2008 yılında kapitalizmin tarihinin belki de en ağır ve kapsamlı krizi de esasında, ‘70’li yıllara dayanan ekonomik krizin bir devamıdır. Aşırı üretim ve sermaye birikimi temelinde ortaya çıkan kriz, neo-liberal saldırılar ve finansallaşma gibi yöntemlerle aşılmaya çalışılmış, ancak bu önlemler tersinden krizin yükünü arttırmaktan başka bir sonuç vermemiştir. 2008’de yaşanan ağır ve sarsıcı kriz bunun ürünü olmuştur. Bugün de bu süreç devam etmektedir sadece.
 
     Geçtiğimiz haftanın krizle birlikte en yoğun biçimde tartışılan gündemlerinden birisi kuşkusuz Suriye oldu. Suriye’ye yönelik olası bir dış müdahalenin ülkemiz üzerinden ısıtıldığına şahit olduk. BM gibi zeminleri de kullanan ABD emperyalizmi Suriye’ye yönelik kapsamlı bir müdahale planını devreye soktu. Bu doğrultuda da bölgesel ittifaklarıyla, birlikte en başta da ülkemiz yöneticileri harekete geçti. Esad rejimini kıskaca almak üzere yoğun bir abluka oluşturuldu. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halk isyanları dalgasının bir uzantısı olan Suriye’deki kitle hareketi, politik bakımdan barındırdığı zayıflıklarla birlikte, giderek emperyalizmin Ortadoğu’ya müdahalesinin bir olanağı olarak kullanılmaya çalışılıyor. Gelişmelerin bir yanında bu temel olgu bulunuyor. Diğer yanda ise emperyalistler arası iç çelişkiler bu vesileyle daha da görünür olmaktadır. ABD emperyalizminin sistemin temellerine yönelme gücü gösteremeyen emekçi halk isyanlarını, hegemonya mücadelesinde bir olanak olarak kullanmaya çalışması karşısında Çin ve Rusya gibi yeni yükselen emperyalist güç odakları itirazlarını yükseltiyorlar.
 
      Öyle ki, Suriye ile ilgili bunlar yaşandığı sırada, dünyanın çeşitli ülkelerinde isyan manzaraları görülmekteydi. Bunlardan birincisi İsrail’deki büyük ve görkemli sosyal mücadeledir. Diğeri ise emperyalist-kapitalist sistemin merkez ülkelerinden İngiltere’nin başkentinden başlayarak yayılan yoksul kesimlerin isyanıdır. Belirtmek gerekir ki, bu her iki gelişme de kapitalist krizin ve krizin faturasının emekçilere kesilmesinin dolaysız sonucudur. Sistemin yeni bir kriz dalgasıyla yüz yüze olduğu bir aşamada gerçekleşmeleri, bundan sonrasında emekçi halk gösterilerinin geleceğine dair bir fikir sunmaktadır.
 
       Sonuç olarak, sadece son bir haftada yaşanan gelişmelerin ortaya çıkardığı bu tablo, kapitalizmin derinleşen krizi temelinde emekçi halk isyanlarının ve savaşların birbirleriyle bağlantılı biçimde nasıl da yoğunlaştığını tüm yalınlığı ve çarpıcılığıyla gösteriyor. İçerisinde bulunduğumuz Ortadoğu coğrafyası ise bu çelişki ve çatışmaların en yoğun ve çıplak biçimde yaşandığı bir saha ve bu sahada ülkemiz egemen zenginlerinin siyasal-ekonomik ihtiyaçları ve emperyalist politikalarda üstlendiği rol nedeniyle özel bir ülke haline geliyor.
 
      Böyle bir dünya ve bölge tablosu içerisinde sınıftan yana düşünce üreten insanlar olarak, görev ve sorumluluklarımızı bu tarihsel-siyasal perspektif içerisinde kavramalıyız. Bu perspektifle sürece ilerici bir yön kazandırmak ve gelişmeler içerisinde tarihsel rolümüzü oynamak üzere hareket etmeliyiz. Bu ise esasında öncelikle işçi sınıfını "kendine sınıf" yapma hedefine bağlı olarak enerjimizi seferber etmek ve bununla birlikte örgütlü olduğumuz sendikaları her bakımdan güçlendirmek anlamına gelmektedir. Son derece özel bir tarihsel dönemin sınıf sendikal kadroları olarak bu misyonun bilinciyle mücadeleye hazır olmalıyız.