Seçim öncesi YSK, aralarında BDP’nin desteklediği 12 bağımsız milletvekili adayının adaylıklarını, milletvekili seçilme yeterliliğini etkileyecek eski mahkumiyetleri bulunduğu gerekçesiyle iptal etmişti. Bunun üzerine BDP, Kandil, İmralı merkezli olarak - özellikle Güneydoğu’da-  “kentlerde yaşamı durdurun”  talimatıyla sokak gösterileri başlatmıştı. Bu bağlamda sokaklar karışmış, kepenkler inmiş, ölen bir de yurttaş olmuştu. Ardından YSK, daha önce veto ettiği adaylardan eksik bazı evrakları getirmesini istemiş ve daha önce seçime katılamaz kararı verdiği bu adayların seçime katılmalarına izin vermişti.
Bu durum, sokağın ve şiddetin kullanılmasının kurumlar ve yasalar üzerinde nasıl bir etki yarattığını açıkça ortaya koymuştu. Bu nedenle başta Ahmet Türk olmak üzere BDP’li yetkililer daha önce  “direne direne kazandık”  yine aynı yöntemle “kazanacağız”  anlamına gelen sözler etmektedir.
Bizim burada üzerinde duracağımız husus, BDP’nin izlediği stratejiden ziyade bu stratejiyle kazanmayı amaçladığı hususun ne olduğudur. Çarşamba günü bu köşede  “BDP’nin Hatip Dicle üzerinden yürüttüğü dayatmanın amacı, ucu İmralı’daki terörist başını affetmeye kadar gidecek sürecin önünü açmaktır”  diye yazmıştık. Aynı gün Ahmet Türk’ün röportajı Akşam gazetesinde yayınlandı. Ahmet Türk, Hatip Dicle’nin serbest bırakılması için gerekli hukuki altyapı sağlandığı takdirde İmralı’nın da önünün açılabileceğini söylüyor. ’Bu doğru bir tespittir. Birbirini tetikleyen bir süreç oluşur. Tartışılması, ortak bir akılla çözülmesi gerekir’diyor.
Önce şu temel tespiti yapmak gerekir: BDP, Öcalan’ın İmralı adasının dışındaki siyasi ve örgütsel ofisidir. Bu nedenle de BDP’nin kendisini var eden terörist başının (önderini) İmralı’dan çıkarılmasını siyasetinin odağına yerleştirmesi anlaşılır bir durumdur. Kandil’deki silahlı örgüt mensubu teröristler ise Öcalan’ı,  “önder, güneşin oğlu” , hatta  “peygamber”  olarak kabul etmektedirler. Bu nedenle de Öcalan, Kandil, malum medya ve İmralı arasında tam bir uyum, ahenk ve işbirliği söz konusudur. 
Daha açıkçası olaylar iyi irdelendiğinde İmralı, Kandil, malum medya ve BDP arasında ciddi bir rol paylaşımı yapıldığı anlaşılır.
Kandil şiddeti yöneterek, silahlı propaganda yaparak, gücünü abartarak ve tehdit ederek misyonunu yerine getirmektedir. Kısacası Kandil, dağı, terörü ve terörist saldırıları yönetiyor.
BDP ise siyasi gerilimi tırmandırmak, kabulü mümkün olmayan talepler ileri sürmek, uzlaşmaz bir tutum takınmak gibi bir misyon; psikolojik savaşı yönetmek, kentlerde kaos yaratmak, siyaseti ve gerilimi artırmak gibi bir rol üstlenmiştir.
BDP, İmralı, Kandil üçlemesinin yanında bir de kendisini liberal olarak niteleyen medya ve gazetecilerin üstlendikleri rolden bahsetmek gerekiyor. Dağa çıkan, dağdan inen ya da “Kürt sorunu”  üzerine rapor yazan gazeteci kılıklı bu kesimin görevi PKK’yı  “silah bırakmaya hazır” , barışçı ve sevimli bir örgüt olarak göstermektir. Bu nedenle PKK’nın kanlı terör saldırılarını  “halk isyanı” , terörist örgütü de  “kurtuluş örgütü”  olarak nitelemektedirler. Onlara göre bütün kötülüklerin olduğu gibi terörün kaynağında da  “milli devlet”, “tek tipleştirici düzen”  ve “Ergenekon” vardır.
Devlete karşı Kandil silahlı baskıyı, BDP sivil ve siyasi gerilimi temsil ederken İmralı’daki hükümlü Öcalan daha makul, meşru ve makbul (!) bir tutumu temsil ediyor. Kanlı örgütün kurucusu Öcalan, sürekli itidal çağırısında bulunuyor böylece  “âkıl adam” , demokrasi havarisi kesiliyor ve sağduyuyu temsil rolü oynuyor. Muhatap alınmanın, durumunu meşrulaştırmanın yolunun buradan geçtiğine inanıyor.
PKK’nın kırsaldaki katliamları, BDP’nin kentlerde ve siyasette gerilim yaratan tutumu ve sokak eylemleri, dağa çıkan gazetecilerin İmralı’ya gönderdikleri selamlar ya da mesajlar paylaşılmış rollerin ayrıntılarıdır. İmralı’nın “önce masa, sonra yemin”  önerisi de Öcalan’ın oyundaki rolünün ayrıntısıdır.