12 Eylül’ün en manidar kurumlarından birisi kuşkusuz YÖK’tür. Yükseköğretim Kurulu (YÖK), 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından üniversiteler üzerinde bir baskı aracı olarak 1981 yılında kurulmuş ve bu özelliğinden 30 yıldır hiçbir şey kaybetmemiştir. AK Partisi ise kendisine meşruiyet sağlamak için “darbe karşıtlığı” üzerinden son on yıldır “mağduru” oynayarak gündemde kalmaya çalışmaktadır.
      Hükümet, iktidarını üniversitelerin en ücra köşelerinde dahi hissettiren YÖK’ü kaldırma talebini görmezlikten gelmeye devam etmektedir. Çünkü YÖK, denetimi ve kontrolü tekeline alarak iktidarını hükümetlerin huzuruna sunabilen bir kurum olarak örgütlenmiştir. YÖK’ün siyasi iktidarların üniversiteler üzerindeki hem kalemi, hem kılıcı olma işlevi görmesi, AK Partisinin Türk-İslam sentezi ideolojisi ile biçimlendirilmiş YÖK’ü neden koruyup kolladığını göstermektedir. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın, görevde olduğu 4 yılda yaptığı en önemli üç işi “Kontenjanın arttırılması, kılık kıyafet engelinin kaldırılması ve katsayı farkının azaltılması” diye sıralaması bu gerçeği açıkça ifade etmektedir.
      YÖK üniversiteler üzerinde düzenin baskı aygıtı işlevi ile birlikte, üniversitelerin yeni liberal politikalar doğrultusunda yeniden yapılandırılmasında da etkin rol almıştır. YÖK’ün kuruluşu ile birlikte özel üniversiteler kurulmuş, kamu üniversitelerinde paralı eğitim uygulamaları harçlarla yaygınlaştırılmıştır. 
       30 yıllık tarihi boyunca YÖK’ün yapmak istediği özünde sermayeyi üniversitelerde doğrudan etkin kılmak olmuştur. Bologna süreci ve YÖK’ün buna paralel olarak hazırladığı strateji raporu “üniversitelerin bir işletme olarak kendi kaynaklarını yaratması, öğrencilerin ekonomik gelir kaynağı olarak tanımlanması, bilginin piyasa için üretilerek üniversitelerin piyasada rekabet eder hale gelmesi” vb önlemleri içermektedir. Bu tanımlamanın benimsenmesinden itibaren özel üniversitelerin yanı sıra artık kamu üniversiteleri de işletme mantığı ile ele alınıp düzenlenmeye başlanmış, üniversitelerin kamusal niteliği büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştır.
       Kamusal niteliğin ortadan kalkması bir yanıyla üniversiteyi bilimsellikten ve toplumsallıktan uzaklaştırıp piyasa aktörü haline getirirken, diğer yandan da öğrencilerin müşteri olarak daha fazla sömürülebilmesinin önünü açmaktadır. Gerek harç sisteminde yapılan düzenlemeler, gerekse banka kartlarından oluşturulan üniversite kimlik kartları bu müşterileştirme sürecinin geldiği boyutları açıkça göstermektedir.
       Teknolojinin sadece denetim ve kontrol mekanizmaları hizmetine sunulduğu, özel güvenlik birimleri, turnikeler ve kameralar ile “yüksek koruma” altına alınan üniversitelerin kime ve neye karşı korunmak istendiği açıktır. Üzerinde bu kadar göz olan üniversite öğrencilerinin ve akademisyenlerin AK Partisinin nazarından korunabilmelerinin tek yolu sunulanı sunulduğu kadarıyla kabul etmekten geçmektedir. Buna karşı direnmenin sonucunu ise gerek “paralı eğitime hayır” pankartı asan öğrencilerin, gerekse akademik faaliyetlerinden dolayı tutuklanan akademisyenlerin maruz kaldığı baskı, şiddet ve hukuksuzlukta görmek mümkündür. 
       Göreve gelmeden önce üniversitelerin “politize” olduğunu ifade eden YÖK Başkanı’nın üniversiteleri kastederek, “Ordu gibi işini yapmayıp siyasetle uğraşıyordu, şimdi mecramıza döndük” demesi kimin işini ordu gibi yaptığını göstermektedir. Yaklaşık 500 öğrencinin tutuklu olduğu, binlerce öğrencinin 12 Eylül ürünü disiplin yönetmelikleriyle soruşturmalardan geçirildiği ve akademisyenlerin düşüncelerinin hapsedilmeye çalışıldığı bir ülkede YÖK’ün günümüzdeki mecrasının cuntacılardan farklı olmadığı ortadadır.
       Bu nedenle eğitim iş kolunda çalışan bir eğitim emekçisi olarak, YÖK’ün kuruluşunun 30.  yılında;
      “12 Eylül Darbesi Ürünü YÖK Kaldırılsın Talebini” başta üniversite bileşenleri olmak kaydıyla tüm demokratik kitle örgütlerinin ortak şiar olarak ısrarsı bir şekilde dillendirilmesi gerektiğini belirtir, son olarak, üniversitelerin ve emekçilerin birlikte özgür, eşit ve demokratik bir Türkiye toplumu yarata bilmesi için başta YÖK ve sahip olduğu ideoloji ortadan kalkıncaya kadar mücadele etme zorunluluğumuzu hatırlatırım.