On yedi evet, ON YEDİ yaşında idam sehpasına cellâdının yüzüne tükürerek yürüyüp geride bıraktıklarına “Zavallı ve çaresiz biriymiş gibi ardımdan ağlamanız beni yaralar. Bu konuda ne kadar güçlü, ne kadar cesur olursanız, beni o kadar mutlu edersiniz.” Diyerek ölüme yürümek sarsılmaz bir inançla örülmüş devrimci yaşamla mümkündü. Erdal Eren  70 lerin devrimci önderlerinden aldığı idamı karşılama iradesini 12 Eylül 80 cuntacılarının yüzüne 9.9  deprem şiddetinde darbe yapacak tokatla ölümün üzerine yürüdü.
 
       Bir sabah vakti postal sesleri yankılandı sokaklarda. Kapılar çalındı, evler tarandı, tutsak edildi yeryüzünde insan olan ne varsa. Radyodan ürkütücü ve duyulduğu ilk anda mide bulandıran bir ses yayıldı dalga dalga. Hava bulandı, sessizlik bir çığlık gibi büyüdü. Kapandı kapılar, pencereler ardı sıra. Sonra gözler, kulaklar ve tüm duyargalar…
 
      Gece yarısıydı. Kurşun sesleriyle çınladı Ankara. ODTÜ’lü Sinan, kanı çekilen bedeniyle düşerken kaldırıma, son nefesiyle haykırdı ve dostlarını çağırdı kavgaya. Onun çağrısına uyanlar, yani yüreğinin bendine sığmayanlar, liseliler, üniversiteliler, tulumlarını tezgâha bırakıp, umutlarını ceplerine dolduran çıraklar hepsi ama hepsi oradaydı.
 
      Biri daha vardı ki aralarında elleri, bedeni, gözleri küçük, ama kavgada usta yüreği ve bakışlarıyla çelikten, sevdası yaşından büyük bir çocuk. Ne eksiği ne bir fazlası vardı diğerlerinden. Barikatın bu yanında candan, çıkarsız bir dosttu ama karşı tarafından bakınca acımasız bir düşman görünürdü düşmanına.
 
       Kavga yüklüydü bulutlar… Gök gürültüleri, şimşekler arasında kurşun yağmurlarını yağdırdılar. Yine karanlıktı gece. Titrek bir ateşi harlayan yüreklerle savaşıyordu namlular. Kıştı, kardı, borandı. Ölüm dövüşenlerle burun burunaydı. Öfkeyle sarılan yüreği kanatlanıp uçacaktı çocuğun. Ama bir anda dindi göğsünün fırtınası, süt liman oldu kaynayıp köpüren dalgaları soluğunun. Bağlandı elleri, kolları, gözleri. Yağlı bir urgana bağlanan yazgısını beklemeye koyuldu.
 
       Sakalsız yüzünde çocukluk izleri belli belirsizdi. Alevden gözlerini diktiğinde göğe, belki sevdiği kızı ama aynı anda can bedeli kurulacak o güzel ve büyük ülkeyi düşlerdi. Sonsuz maviliği adımlarken dudağında donup kalan gülücükler bundandı. Suçu gözyaşı sellerinin içinden arınarak dik durabilmek ya da katledilen bir dostun hesabını sormak için gözünü kırpmadan öldürebilmekti, ne fark eder? Onu hapsedenlerin nazarında her ikisinin de bedeli malum, suçu kesindi.
 
       Ölüm fermanı çoktan asılmıştı boynuna. Ağlamak, sızlamak, aman dilemek ne fayda? Korkuya, yılgınlığa, karamsarlığa yer yoktu ki onun güneşten düşen ateşte kızıllaşan yüreğinde. Erkendi fakat özgür ve mutlu bir yaşam için ölmeye değerdi. Boynuna ilmeği yine bir Çingene’nin kara, kıllı eli geçirdi. Ne o Çingene’yi ne de Çingene onu tanıyordu. Boşlukta çırpınırken astığı iki ayak, cellâdın gözleri ak bir güvercine takılıyordu. Hayata sevdalı o güvercin ölüme bir soluk kala havalanıyordu.  
 
      Ölenden geriye on yedisinde kurulan dipdiri düşleri kalıyordu. O düşler için değil on yedisinde, on dördünde fidanlar ölümün soğuk yükünü omuzlamaya devam ediyor. Yaşama savaşı kaldığı yerden, daha nicelerinin katledilmesi pahasına sürüyor…
 
       Erdal Eren yıldızlardan mücadele yolumuzu devrimci iradesiyle aydınlatmaya devam ediyor. Ruhu şad olsun.