“Ağlarım ağlatamam
            Hissederim söyleyemem
            Dili bağlı kalbimin
            Bundan pek bizarım”
 
                        Hani bazen içimiz daralır, yüreğimiz kabarır ve hissettiklerimizi bir çırpıda haykırmak isteriz ya dünyaya… İşte o demleri yaşıyorum kaç zamandır.
 
Yüreklerden kan damlıyor, gözyaşları kanlı dökülüyor, isyanlar serin gecelerde donuyor. Ağlasan ağlanmıyor, inlemeler duyulmuyor.
            Nice boyunlar bükük, “Yetiş dar günlerin vefalı dostu!” yakarışında…
            Anlayan kalmamış halden, biçare gönüller çaresizliğin destanını yakıyor, en acıklı ağıttan daha acı bir name ile…
            Haberi yok insanların insanlığın dramından… Tıpkı benim ülkem gibi… Tıpkı kutlu vatanım Türkiye’m gibi… Tıpkı ülkülerimi nefislerine kurban edenler gibi…
 
Halbuki ülkülerimiz vardı Hak yolu hakikat yolu, Allah yolu dediğimiz… Ve biz bu yolda yastığımızı mezar taşı, yorganımızı kar yapacak bu yoldan dönersek namus bize ar olacaktı…
 
Ama en acısı; baharda değil, kara kışlarda, zemherilerde sevdalanan sevda delileri de “adam sendeciliğin” kollarında kıvranıyor. Sanki yiyeceklerin hormonu, yapmacıklığı, suniliği onların da genlerine enjekte edilmiş gibi…
 
Ağlamak fayda eder mi ki ülkemin ayaz gecelerinde yüce dağların eteklerinde, yağan yağmurun altında, milletimizin yağan dertlerine, ülkümüzün ahvaline bilmem…
 
Hal o hal oldu ki yağlı urgan ile dağlara düşüp, köz üstünde dolanarak sevdiğimiz aşk aslında bir nar kapısına döndü.
Ciğerimizi tutup söksek, sinemizdeki aşkı döksek de her seher vakti yeni bir aşk ile uyansak da tutsak olduğumuz dünyanın ne kadar arsız, hayasız, namussuz bir bilinmezliğe sürüklendiğini görüyoruz
Ne gariptir ki, sonunda çile olduğunu bildiğimiz yolun çilesi başta göründü. Hem de yerde gökte taşta göründü. Anladım ki, bu görünenler aslında sır kapısı imiş. Ve bizi tutsak eden de bu sır kapısıymış.
Öyleyse girmek gerekiyor sır kapısından içeri…
Ve o sır kapısında kırık dökük şu satırları görüyorum, Bam Teli ayarında…
 
            Kalabalıklar arasındaki yalnızlığın figanı ile sessiz çığlıklar gönderiyorum gezdiğim sokakların ayazına. Ve diyorum. Kaç yürek acaba ülküsü ile dil beste bir tavır içindedir? Ya da kaç kişi kaç kişinin çektiklerinden haberdar? Kimler ayazdaki feryadın ızdırabını yüreğinde hissediyor? Nerede karındaşlıktan daha ileri seviyede bir akrabalık olan ülküdaşlık?
            Yaşadığımız mekanlar, kaç insanı kafalı başsız, kaçını giyinik üryan dolandırır sokaklarında, caddelerinde? Kimler nerelerde heba eder gençliğini? Hangi yürekler ağlar neslin ahvaline? Ya da kimindir kalabalık caddelerin kalabalığında şuursuzca sağa sola salınan bu insanlar? Ülkülerimizi, bir milletin ümidini kahpe sofraralara meze yapanlar da kim?
            Ah insanlık, sefil varlık, yaratılış gayesinden uzak, hakikate kapalı, hodgam, bencil…
            Ah dostluk, seni kim rafa kaldırdı da bizleri uzaktan seyredersin? Nerede ülkü uğruna şehit düşenlerin vefası? Ne oldu muhabbet fedailerine?
 
            O zaman yüreğimi ortaya koyarak YENİDEN MANEVİYATA DÖNÜŞ VE MANEVİYATTA DİRİLİŞ için; seheri kucaklayıp “Yok mu benden bir şey dileyen, dilediğini vereyim” diyen Rabbe pulsuz bir dilekçe gönderelim “amin”ler eşliğinde.
 
Ey rızıkları veren Rabbim….
Ey olacakları taktir eden Yüce Allah’ım…
Ey hayır ve şerri belirleyen Büyük Allah’ım…
Bize Hak mucibince bir ömür ihsan et…
Sana layıkı ile kul olabilmeyi, tövbe edip tövbesinde sebat etmeyi, nefsinin değil dininin İsteklerine uymayı nasip et…
Ülkülerimize layık ülkücüler et bizleri…
Sen bu millete acı Allah’ım…
Güldür zebun giden talihimizi….
Sevdir sevgiden uzaklaşan yüreklere birbirimizi….
Ağlatma artık bu milleti….
Musul’u da Kerkük’ü de Çeçenistan’ı, Doğutürkistan’ı da kurtar zalimlerin zulmünden….
Akan Müslüman kanlarını dindir…
Velhasıl Rabbim…
Sen bizi susuz, sevgisiz, vatansız, imansız bırakma…