Fransa başkanlık seçimi olsun, Yunanistan Erken Genel seçimleri olsun ortaya çıkan sonuç, iflas eden neoliberal politikalara duyulan tepkinin kendisine adres aradığı gerçeğidir. Fransa Cumhurbaşkanlığı, Yunanistan parlamento seçimleri her ikisi de uçlarda toplanan toplumsal tepkinin, yeni arayışların çekilmiş fotoğrafı oldu. Biri tekelci sermaye gücüyle AB'nin kaymağını yiyen   çekirdek ülkelerden, diğeri AB içerisinde dış borç sarmalında boğulanlardan. Her ikisinde de ortaya çıkan sonuç, iflas eden neoliberal politikalara duyulan tepkinin kendisine adres aradığı gerçeğidir.

     Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerini, ikinci turda Ulusal Birlik Partisi (UMP) adayı Nicolas Sarkozy ile karşı karşıya kalan Sosyalist Parti (PS) adayı François Hollande kazandı. Hollande'ın “zaferi”, “Fransa'da Avrupa solu yeniden doğdu”, “Yeni bir çağın başlangıcı” gibi şaşaalı manşetlerle karşılandı. Acaba öyle mi? Hollende'ın kazanmasında temel etkenin Sarkozy karşıtlığının yanında, “değişim” retoriğinin (söyleminin)  ve “kemer sıkma politikalarına muhalif” söylemin etkili olduğu açık. Oysa Hollande seçim şovu sırasında “temel AB politikalarından vazgeçilmeyecek” mesajını açıktan vermişti. Yani göz boyamanın ardındaki gerçek “acı reçetenin” Fransız emekçilerine Hollande eliyle içirilecek olmasında öte bir şey değil. Fransa seçimlerinde  bir diğer gözden kaçırılan durum ise sağcı Le Pen çizgisinin (Marine Le Pen babasının kurduğu partinin çizgisini yaygınlaştırarak devam ettiriyor) birinci turdaki %18 lik oy oranının giderek Fransız emekçi kitlelri içinde yer bulması ve meşrutiyet kazanma halidir.

      Diğer yandan emperyalist-kapitalizmin neoliberal politikalarının iflası ve krizin basıncı, uygulanan ekonomik politikaların “gözden geçirilmesi” tartışmasını da tetiklemiş durumda. Her koşulda sermaye daha geniş çapta bir yıkım ve daha geniş ölçekte yeniden üretim sarmalı içerisinden hareket edecek. Tartışmaysa daha çok on yıllardır uygulanan neoliberal politikaların gözden geçirilip “korumacı önlemlere” başvurulması üzerinden yürütülüyor. Kapitalizmin ana arterlerini sarsan kriz koşullarında bu tartışma daha çok su götüreceğe benziyor.

       Yunanistan seçimleri açısından da benzer bir tablo var. Neoliberal yıkım politikalarının mimarı merkez partiler (sollu-sağlı) tam bir hezimet yaşadı. Papandreu'nun Sosyalist Parti'si (PASOK) ve Karamanlis'in Yeni Demokrasi Partisi (YDP) “hanedanları” resmen çarpıldı. Radikal Sol İttifak (SYRZA) yüzde 16'yı aşan oy oranıyla bir sıçrama yaparak ikinci sıraya yerleşti. Kriz, işsizlik ve yoksullaşma, seçim söyleminde AB dayatmalarını reddeden SYRZA'yı toplanma adresi haline getirdi.

     Her iki seçim de keskinleşen sınıfsal kamplaşma içerisinde, işçi sınıfı ve emekçilerin tutunacak bir dal arayışı öne çıkıyor. Bu kamplaşmada işçi sınıfı hareketi açısından görülmesi gereken bir tehlike olarak ırkçı-faşist partilerin yaptığı oy patlamasıdır. Kriz koşullarında giderek büyüyen ırkçılık toplumsal tabanını daha bir genişletmiş durumda. Gerek Fransa'da Ulusal Cephe (FN) lideri Marine Le Pen, tarihinin en yüksek oyunu alarak ilk turu üçüncü sırada tamamlamış olması, gerekse Yunanistan'da kendini açıktan neo-nazi çizgide ifade eden, sokakta göçmen avına çıkan faşist parti Altın Şafak’ın yüzde 7 oy alarak 21 milletvekili çıkarması egemenlerin milliyetçilik kartını  kolay, kolay elden bırakmayacaklarının işaretlerini vermektedir.

      Antifaşist mücadele geleneği güçlü olan Yunanistan ve Paris Komünü geleneğinin olduğu Fransa’da toplumsal taban bulan kafatasçılık, ırkçılık sınıf mücadelesi veren biz sınıf sendikal kadrolar tarafından her açısından ders çıkartmayı gerektiren bir gelişmedir.