Biz insanlar yaşamı anlamlandırabilmek için yaşadığımız günleri; haftalar, aylar, yıllar olarak ayırmış ve belirli takvimlere bağlamışız.
      Yedi güne bir hafta , otuz güne bir ay ve üç yüz altmış beş güne bir yıl demek için on binlerce yıl beklemiş belirli bir düzene soka bilmek için onlarca, yüzlerce bilim insanı, filozof kafa yormuş, güneş, ay ve dünya hareketlerindeki ritme uygun takvimler böylece oluşturup geçen zamanın muhasebesini tutmaya başlamışız.
        İşte İki bin on bir yılı da bitmek üzere ve muhasebesi yapılacak yıllardan biri olarak kayıtlarımıza geçmeye aday. Her anlamlı yıl gibi 201l da tarihteki yerini alacak, insanların anılarında yaşayacaktır.
       Diğer yıllar gibi başlayıp bitmiştir; insanların yaşamında bazen bir tebessüm bazen de bir burukluk bırakarak. Coğrafyamızın insanları yaşadığı yılları çok çabuk unutur oldu, daha doğrusu eğitim sistemiyle, TV yayınlarıyla, medyasıyla top yekûn bilinç bulanıklaştırma yöntemleriyle insanımızın hafızada tutma becerisini körleştirdiler. Yaşanan çok önemli olayları hatırlama yamamamızın nedeni “balık hafızalı” bir toplum olduğumuz için değil o hale getirilmek istenmemizdendir.
       İronimidir; Geçmişi çok hatırlamayız ama nedense geçmişimizle yaşar ve geçmişimizle övünürüz. Geçmiş ve geleceğe çok önem veririz ama içinde yaşadığımız zamanı yok sayarız. Geçmişinde bir zamanlar gelecekte yaşadığını hiç anlamadan uzar gider günler.
       Gelecek yıllara o kadar çok umut bağlar, anlamlar yükleriz ki, tüm sorunlarımızın çözüleceğine, tüm dertlerimizin biteceğine inanırız. İnanmakla kalmaz yaşam biçimi haline getiririz. Hani hep diğer dünyaya havale ederiz ya birçok şeyi. Yıllar içinde öyledir hayat; geçmiş ve gelecekten ibarettir, belki de mutluluğu ertelememiz de hep bundandır.
       Bu günü yaşamak, bu yılı yaşamak, yaşamın gerçekleriyle o anda yüzleşmek, ya aklımıza gelmez ya da zorluklarla mücadele etmek korkutur bizi. Geçmişi anlatırken o kadar abartırız ki, bugünü yaşayamayız. Yaşadığımız günlerin kıymetini bilmez yaşamadığımız günlere bel bağlarız. Hani, ölenin ardından kötü konuşulmaz ya, işte öyledir bizim içinde geçmiş. Derler ya, “ah o eski bayramlar…” Kendimizle ilgili kurduğumuz cümleleri çok abartırız. Ne der Nasrettin Hoca; “Gençliğini de çok iyi bilirdik.”
       Geleceğe yüklenen anlam bizi korku dünyasına iter. “kıyamet günü yaklaştı!”, “bu yıl çok kurak geçecek!”, “hayat çok zorlaşacak”, “iş bulmak hayal olacak”,” savaş çıkacak!”, “dünya çöl olacak” vb. Bu gibi söylemler insanları yarının kaygısına iter bugünü yaşamaktan alıkoyar. Sonra da bu günü yaşamak haram olur insanlara.
       Oysaki doğru olan, bu günü, bu haftayı, kısacası içinde yaşanılan her zaman dilimini en dolu ve en anlamlı şekilde yaşamaktır. Hani “dolu, dolu”, “doya, doya” denir ya! İşte öyle!
       Geçmiş, arık geçmişte kalmıştır.
       Gelecek, gelecekte bir gün gelecektir.
       Bu gün ise gerçekliği, acısı, tatlısı ile karşımızdadır. Somuttur. Elle tutulur, gözle görülürdür. Bize biz kadar yakındır. Bir yıl daha biterken yaşanan olayların kronolojik sırasını vermenin, yılı tarihlerle doldurmanın bir anlamı yoktur. Gündeme damgasını vurmuş olayları hatırlatmanın da gereği yoktur. Bence en önemlisi yaşanan yıldan ne gibi bir ders çıkarttık ona bakmak gerekir.
       Yaptığımız yanlışların, hataların düzeltilmesi için yaşamımızda ne gibi bir değişiklik yapmamız gerekir onu düşünmeliyiz. Keşkeler değil somut adımlar atmalıyız. Vahlar, tühler samimi değildir. Doğru bir yaklaşım da değildir. Sorunları yarına bırakmak, ertelemek gerçekçi de değil, doğru da değildir.
      Değişmelidir insan yarına kalmadan.
      Bu günden, şu andan, şimdiden başlamalıdır.
      Dünler ve yarınlar kurtaramaz bizi.
      Hepimize mutlu yeni yıllar. Yeni yılın değişimin, dönüşümün, üreterek ve hakça bölüşerek geçmesi dileklerimi tüm insanlıkla paylaşır,2012 yılının barış içinde bir arada yaşamaya vesile olmasını temenni ederim.