Çok ama çok önceleri, “Ormanlar yok oluyor, ırmaklar kuruyor, yabanıl yaşam ölüp gidiyor, iklimin şirazesi bozuluyor, yeryüzü her geçen gün biraz daha yoksullaşıp çirkinleşiyor,” uyarısını dillendiren Anton Çehov’un “kehaneti” gerçekleşirken; görünen odur ki, ekolojik kriz, ağırlaştıkça herkesin gündeminde daha fazla yer almaya başladı.
 
     Ekolojik mücadeleler, emek mücadelesinin bir parçası hâline gelmeye başladı. Yetmişli yıllarda ekolojik duyarlılıklar, zengin kuzey ülkelerinde ve daha ziyade kentli orta sınıflar arasında görülmesine rağmen, bugün ekolojik felaketlerin mağdurları büyük oranda dünyanın güneyinde yaşayan yoksullar ve ekolojik mücadelelerin sesi buralardan daha gür duyuluyor.
 
     İklim değişikliği ve diğer çevreyle ilgili sorunlar, daha önceki yapısal krizlerinde olduğu gibi kapitalist sisteme mündemiç mantığın sonucu ve tesadüfen ortaya çıkmadı. Kapitalizm, en başından beri doğayı ve emeği ayrı, ayrı ekonominin elementleri hâline getirerek sömürdü. Sermaye, emeğe nasıl muamele ediyorsa, doğaya da aynı araçsallıkla hammadde kaynağı olarak ve azami kâr mantığı ile yaklaşıyor.
 
      Ekolojik sorunların temelli çözümü kapitalizm ve piyasa mekanizması içinde mümkün değildir. Sermayenin tarihsel gelişiminin bugün geldiği aşamada, emeğin kendi var oluş koşullarından koparılması, bunların ayrı , ayrı sermayenin öğelerine dönüşmesi karşısında, emeğin ve insanlığın kurtuluşu mücadelesi, bu varlık koşullarına yeniden kavuşulması için verilen sınıfsal bir mücadele niteliği kazanıyor.  
 
      Ekolojik kriz derinleştikçe ekolojik hareketin çeşitli kollarında karşı karşıya kaldığımız kapitalizmin tarihsel krizini ekolojik krize indirgemek baskın bir eğilim hâline geliyor. Bugün sadece ekolojik bir kriz yaşanmıyor. Krizin farklı veçheleri olarak ekonomik kriz ile ekolojik kriz arasında bir neden sonuç ilişkisi ya da art sıralılıktan ziyade bir koşutluk var. Ekolojik kriz, tezahür biçimlerinden birine indirgenemeyeceği gibi, ekolojik sorunlar da ertelemecilikle, toptancılıkla yada reformlar uğruna nihai çözümden vazgeçilerek hâlledilemez.
 
      Ekolojik mücadeleler, cinsel, kültürel, etnik ve diğer toplumsal eşitsizliklere karşı mücadelelerle birleşerek küresel kapitalist sisteme başkaldırıya dönüşüyor. Neo-liberal politikalar ve onun kurumları olan IMF ve Dünya Bankası, dünyadaki açlık ve yoksullukla birlikte ekolojik sorunların da kaynağı.
 
      Hangi ekolojik sorunu ele alırsak alalım, sorunun kaynağında kapitalist sistemin “üretmek için üretmek ve tüketmek için tüketmek” mantığı kendini hemen ele veriyor. Kâr için üretim ile insanî ihtiyaçlar için üretim arasındaki çelişki aşılamadıkça dünyada bir yanda aşırı üretim diğer yandan sefalet ve açlık yaşanmaya devam ediyor. Dünyada milyonlarca çocuk süt bulamadığı için ölürken,     Hollanda ve Çek Cumhuriyeti’nde çiftçilerin ürettikleri süt ellerinde kalıyor ve çiftçiler sütlerini, IMF’yi protesto ederek tankerlerle tarlalara ve yollara döküyor.
 
      Kapitalizmde üretim ve teknolojideki gelişmeler, insanlık için daha fazla refah ve mutluluğa yol açmıyor. Kapitalizmin önceki krizlerinden farklı olarak bu seferki kriz, gezegen düzeyinde bir yok oluş tehlikesini de barındırıyor.
 
      Ekolojik krizin nedeni doğadaki “insan” eylemi olmakla birlikte; insanın doğayla ilişkisi toplum dolayımıyla gerçekleştiğinden, aynı anda hem insan-insan hem de insan-doğa ilişkilerini dönüştürmeden ekolojik sorunlara çözüm bulamaz. Aksi hâlde ekolojik sorunlara evrensellik atfederek ekolojik sorunları içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal somut koşullardan arındırmış olur.
 
      Yazımı günümüzden 157 yıl önce o dönemki ABD başkanına  bir Kızıl dereli Şefi tarafından yazılmış mektuptan kısaltarak yaptığım alıntıyla bitireceğim.
 
    “Beyaz adam aldırmaz kirli havayı solumaya nasıl alınır satılır gökyüzü, toprağın sıcaklığı, sonra hızlı koşusu antilopların? Nasıl satarız ki biz bunları size, ya da siz, nasıl satın alırsınız onları? Sizin mi bu yeryüzü işlemek için bildiğinizce, al adam beyaz adama verdi diye yalnızca bir imza atma karşılığı? Havanın serinliği, suyun ışıltısı bu elle tutulmayan değerleri nasıl satın alırsınız, bilmem ki!” diyen yerli şefi Seattle’ın, 1854 yılında ABD Başkanına yazdıkları böyle başlıyor ve bakın nasıl devam ediyor.
 
       “Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır. Ormandaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız.
 
        Beyaz adamın ölüleri yıldızlar arasında yürümeye gittiklerinde, doğdukları ülkeyi unuturlar. Bizim ölülerimiz bu güzel dünyayı asla unutmazlar. Çünkü o Kızılderili’nin anasıdır. Biz dünyanın parçasıyız ve o da bizim parçamız. Güzel kokan çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir; geyik, at, büyük kartal, bunlarsa bizim erkek kardeşlerimiz, kayalık tepeler, çayırlardaki ıslaklık, tayın vücut ısısı ve adam, hepsi aynı aileye aittir...
 
       Suyun mırıltısı babamın babasının sesidir. Nehirler erkek kardeşlerimizdir, susuzluğumuzu giderirler, nehirler kanolarımızı taşırlar ve çocuklarımızı beslerler. Eğer size toprağımızı satarsak hatırlamalısınız ve çocuklarınıza öğretmelisiniz ki nehirler bizim kardeşlerimizdir ve sizin de bundan dolayı nehirlere herhangi bir kardeşe göstereceğiniz sevgiyi göstermelisiniz…
 
       Bir yerliyim ve anlamıyorum. Biz yerliler, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgârın sesini ve kokusunu severiz. Hava önemlidir bizim için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. Beyaz adam için bunun da önemi yoktur. Ancak size bu toprakları satacak olursak havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. Çocuklarınıza havanın kutsal olduğunu öğretmeniz gerekir. Hem nasıl kutsal olmasın ki hava? Atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini onun sayesinde almışlardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı?...
 
      Dumanlar püskürten bu demir atın bir Buffalodan daha değerli olduğuna aklım ermiyor. Biz sadece yaşayabilmek için avlarız Buffaloları. Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölmez mi?
Unutmayın bugün diğer canlıların başına gelen yarın insanın başına gelir. Çünkü bütün hepsinin arasında bir bağ vardır.
 
      Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanlığın da başına gelmiş sayılır.”