Kadına yönelik şiddet her dönem her ülkenin gerici yozlaştırıcı düzeni içerisinde katmerleşerek günümüze kadar gelmiştir. Kapitalizmden beslenen, militarizmle sarıp sarmalanan, din, töre ve geleneklerle içselleştirilen kadına yönelik şiddet, sistem tarafından değişik biçimler ve adlarla yeniden, yeniden üretilmektedir.

        Ruanda’da, Bosna’da, Irak’ta, Kosova’da olduğu gibi her savaşta, yüz binlerce kadın tecavüze uğramıştır. Savaş sırasında ülkelerin yağmalanması yetmiyormuş gibi kadınlar da toplu bir şekilde alınıp satılmakta, tecavüze uğramaktadırlar.

        Kapitalist sömürü çarkında kadınların emeği ucuz emek kategorisindedir. Erkeklerle aynı işi yaptıkları halde eşit ücret alamamaktadırlar. Kriz dönemlerinde kapıya ilk konulan yine kadınlar olmaktadır. Aynı zamanda işyerlerinde tacize maruz kalmaktadırlar. Savaşlarda en çok kırılan yine onlardır.

        Dünyada her üç kadından biri şiddet görmektedir. Her yıl 25 bin kadın tecavüze uğruyor. Kadınlar şiddete uğramalarına rağmen hiçbir zaman susmamışlar ve mücadele yolunu tercih etmişlerdir.

        Kadına yönelik şiddetin kökeninde tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de erkek egemen ideoloji yatıyor! Ve fakat Neo-liberal ekonomi politikaları doğrultusunda, sosyal devletin küçülmesine ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin derinleşmesine yol açan düzenlemeler, en çok kadınları etkiliyor. Milyonlarca kadının sosyal refahı gündem dışına itilmiş,  kayıt dışı sektörde çalışmak zorunda bırakılmıştır. Kitlesel göçün yol açtığı, işsizlik, yoksulluk, eğitimsizlik, fuhuş, uyuşturucu kullanımı gibi pek çok sorun, yeni gerilimlere yönelik de bir potansiyel oluşturuyor.
      Ülkemiz zor ve karmaşık bir dönemden geçiyor. Bugün yine silahların gölgesinde toplumsal barış karartılıyor. Barış ve kardeşlik duygularının bastırıldığı, öfke, kin, intikam ve savaş zinciriyle güdümlenen bir toplumsal durumla karşı karşıyayız. Yirmi yıla aşkın süredir yaşanan çatışmalı ortamın toplum üzerinde yarattığı travma daha da boyutlandırılıyor. Ve yine görülen o ki işsizlik, yoksulluk, göç ve buna paralel yükselen toplumsal şiddet bu sürecin önemli bir parametresi olarak devam edecek. Toplumda bir bütün olarak yükselen militarist, milliyetçi atmosfer, doğrudan ve dolaylı yollardan kadına yönelik şiddeti de tırmandırmaktadır.
       Aile içi şiddetin vardığı son noktayı, namus adına işlenen cinayetler oluşturmaktadır. Kadınlar çoğunlukla zamanında, etkin ve yeterli tedbirler uygulanmadığı için, ya cinayete kurban gidiyor ya da intihar ediyorlar. Gazete manşetlerinde rastladığımız intihar eden, intihara zorlanan, eşi yakınları tarafından katledilen, sokak ortasında bıçaklanan kadın haberleri artık sıradanlaşmış durumda. Köyden kente göç ve yoksulluk, eğitim seviyesinin düşüklüğü, namus konusunda uygulanan ailevi ve toplumsal baskı, yine genç kızların berdel usulü ya da başlık parasıyla zorla kendilerinden çok yaşlı insanlarla evlendirilmesi, aile içi şiddet ve intihar olaylarını artırıyor. Dinsel meşruiyet kılıfı altında çok eşli evlilikler hala yoğun bir şekilde varlığını sürdürüyor.
        Ülkemiz de yasal düzlemdeki iyileştirmelere rağmen cinsiyete dayalı ayrımcılık ve kadına yönelik şiddetle mücadele henüz bir devlet politikası haline gelmemiştir. Yasalar değişse de zihniyet aynı kalmıştır. Eğitim müfredatı böylesi bir zihniyetin etkileri ile doludur. Cinsiyete dayalı ayrımcılık ve kadına yönelik şiddet medya tarafından da normalleştirilmekte ve yeniden üretilmektedir.(Haber Türk gazetesinin manşetten fotoğraflı verdiği haber dâhil tüm üçüncü sayfa haberleri kadına yönelik şiddetin yeniden üretilmesine hizmet ettiği bilinmelidir.)
        Toplumun yarısı olan kadınlara korumacı, “pozitif ayrımcılık” kavramıyla değil,insanın insan olma mücadelesinin yarısı olarak yaklaşılmalı ve bu mücadelenin tam öznesi oldukları unutturulmamalıdır.