Rivayet odur ki Allah (c.c) şeytana “Sen kimsin, ben kimim?” diye sorduğunda o da “Sen sensin, ben de benim.” diye cevap vermiştir.
                İnsanlık yaratıldığı günden beri, toplumları yönlendirenler zamana göre bazı kavramları öne atmışlar ve o kavramlar çerçevesinde yeni sistemler, ideolojiler ve pazarlar oluşturmuşlardır. Çağımızda ise “küreselleşme” rüzgarı ile başlayan kavram fırtınası, cemiyeti ikinci plana itip bireyi ön plana çıkaran ve egoizm pompalayan bir anlayışı hakim unsur olarak sunmuşlardır.
Ferdiyetçi yaklaşımın, bireysel başarının, kişisel gelişimin her biri olmazsa olmazlar olarak inşa edilmiş ve bizim inançlarımızdan, kültürümüzden, değerlerimizden getirdiğimiz pek çok ulvi anlayış rafa kaldırılmıştır.
Maalesef bu durum söylemle kalmamış ve eyleme dönüşmüş, birazcık farklılık sergileyenler, “ben olmasaydım” ile başlayan kocaman kocaman cümleler kurmaya başlamışlardır.
Birey, anlayışı “diğergamlık  fedakarlık, vefa” gibi duyguları ötelerken, bu anlayışların yerine üstelik de bir kutsiyet atfederek “ben” egoizmini inşa etmiştir.
Bu yeni inşa süreci geçmişten günümüze taşınan pek çok anlayışı “yükselme, daha da yükselme, kariyer yapma, kariyer için başkalarını alt etme” gibi “ene”yi  putlaştıran bir durumu ortaya çıkarmıştır.  Üzülerek görüyoruz ki her bireysel gelişim, beraberinde kişisel gücü arttırmış ve güç de beraberinde küstahlığı getirmiştir.
 Birkaç defa ifade edildiği gibi bu da karşımıza şu meşhur hikaye ile çıkmıştır:
“Ormanlar kralı aslan, tilki ile kurdu yanına çağırıp “Gelin beraber av yapalım. Size av nasıl yapılır, onu öğreteyim” demiş. Tabi krala itiraz etmeleri mümkün olmayan bu iki hayvan aslanla birlikte ava çıkmışlar. Aslan bütün hünerini kullanarak bir saat içinde bir geyik, bir keçi bir de tavşan avlamış. Avları getirip meydana serdikten sonra kurda seslenmiş:
-          Kurt kardeş, hadi bakalım şu avları bir güzel taksim et.
Kurt avların üzerinde şöyle bir gezdirdikten sonra taksimatını açıklamış:
-          Sayın kralım, siz en büyüğümüzsünüz. Haliyle geyik sizin hakkınız. Eh, ben de tilkiden büyük olduğuma göre keçi bana düşer. Tilki de tavşanla idare etsin.
Taksimata sinirlenen aslan bir pençe atarak kurdu yere serer. Sonra tilkiye döner:
-Hadi bakalım tilki, sen avı paylaştır.
Tilki biraz düşünüp pay edişini anlatır:
-          Sayın kralım: Şu geyik sabah kahvaltınız, keçi öğle yemeğiniz, tavşan da ikindi sofranız olur.
Aslan şaşırıp böyle güzel taksim yapmayı kimden öğrendiğini sorar:
Tilki cevap verir:
-Şu yerde upuzun yatan kurttan öğrendim.”
Mevlana’nın anlattığı bu örnek “ben” duygusunun nasıl bir anlayışı ortaya koyduğunu gösterse gerek.
O zaman devlet hayatında, bürokraside, meslek hayatında, siyaset sahnesinde kısacası toplumun her alanında “ben olmasaydım” yerine vazifemizi yapıp bir muvaffakiyet söz konusu ise bu, yaprağa hükmedip mikroorganizmalara sistemler yerleştiren Rabbimizin lütfü olduğunu bilerek mütevaziliği korumak ve yine “ad, san, şöhret” hastalığına tutulmadan “O (c.c) istediği için oldu” teslimiyeti ile yeni vazifelere birlikte koşmak, ardından da hizmette en önde ücrette en arkada durmayı bilmek gerekir.
Sözün kısası; milletler, ülkeler velhasıl insanlık “kendileri için yaşamayıp, yaşatmak için yaşayanlarla” yaşanır bir hal alacaktır.