Başlığa bakıp seçilme oranını küçümsediğim sanılmasın. Günümüz burjuva demokrasilerinde bile zor elde edilecek bir başarı. Ağustos sıcağında yaklaşık kırk milyon seçmeni sandığa götürüp “burun farkıylada” olsa ipi göğüsleyip birinci turda cumhura baş olmak ne yalan söyleyeyim “her baba yiğidin” harcı değildi. AK partisi ve adayı bu “zoru” başarmanın heyecanıyla ne kadar sevinse azdır.
 
       Bu sonuç üzerine üzülen morali bozulan kafası daha da karışmış olan kesimlerin başında tahminim, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi keskin söylemlerle boy gösteren ulusalcı Kemalist elitlerle tutucu ve vakur görünme meraklısı “sosyalist kendiliğindenciler” gelmekte. Çünkü bu kesimler, ellerini sıcak sudan soğuk suya sokma zahmetine dahi katlanmadan seçimlerin ikinci tura kalacağı beklentisi içindeydiler (oturdukları yerden istedikleri sonuçların oluşmasını bekleme alışkanlığı bu hempaların karakteristik özelliğidir.) 
 
        Bunlar şimdi teselliyi seçimlere katılımın düşüklüğünde arıyorlar. Evet, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılım, son 12 yılın en düşük oranı olan yüzde 74 civarıdır. Lakin bunu “kitlelerin parlamentarizmden kopuşuna” yormak için hayattan ve gerçeklerden büsbütün kopmuş olmak gerekir.
 
       Avrupa dâhil birçok burjuva demokrasilerinde %74 oranında bir karılım yüksek oranda katılım olarak görüldüğünü belirtmeden geçemeyeceğim. Kemalist ulusalcı laik blokun “adaydan kaynaklı” hayal kırıklığı ve AK partisinin algı yönetimindeki (ne etseniz eyleseniz bizi seçimlerde yenemezsiniz algısı) “başarısı” oldu. Bunlar, bugüne kadar umut bağladıkları CHP'nin Gülen Cemaati ve MHP'yle gitgide daha fazla kol kola girerek şapkadan çıkardığı Ekmeleddin İhsanoğlu'nu benimsemedikleri gibi, ruhlarına işlemiş Kürt düşmanlığından dolayı Demirtaş'a da oy vermeyi akıllarından bile geçirmediler.
 
        Seçimin sıcak hasat mevsimine, tatil günlerine denk gelmesi yanında seçim dalaverelerinden dolayı oy kullanamayanlar da katılımın bu düşüklüğünde rol oynadı. Dolayısıyla, ana gövdesini ulusalcı-laik protestoculuğun oluşturduğu bu kitleyi tutup “boykotçu devrimci, sosyalist politikanın başarı göstergesi” olarak yorumlamak züürt tesellisinden başkaca anlam ifade etmez kanatindeyim. 
 
        Seçmenleri il, ilçe ve belde merkezlerine varana dek parti örgütleriyle havai fişeklerle kutlama yapsalar da AK parti kurmay heyeti ve Recep Tayyip Erdoğan bu orandan kaynaklı keyfiyetsizdik havası içerisindedirler. Bunlar seçim öncesi kendi yarattıkları algıdan yani yüzde 55 ve yukarısı yalanına kendileri de inandıkları için kara kara düşünmektedirler. Sahip oldukları büyük mali kaynaklara, devlet gücüne, seçim dalaverelerinde kazandıkları ustalığa ve seçim arifesinde dini kodları kaşımaya yönelik her türlü faşist söylemlerindeki vites büyütmeye rağmen yüzde 50 barajını burun farkıyla geçebildiler. Üstelik oylarını artırdıkları için değil katılım oranı düşük kaldığı için barajı geçebildiler. Seçimin ikinci tura kalmamış olması, bunların sarılabilecekleri tek teselli mükâfatı. 
 
       Tayyip Erdoğan ve AK Partisi sözcüleri, önümüzdeki süreçte, tek adam profiliyle “başkanlık sistemi” uygulamaları sırasında işin bu yönünü öne çıkaran bir demagojiye başvuracaklardır muhtemelen. Ne var ki, 2010'daki anayasa referandumunda aldıkları oyun çok gerisine düşüp 30 Mart'ta yakaladıkları düzeyde çakılıp kalmak Recep Tayyip Erdoğan’ın patiyi de, hükümeti de, parlamento da ki çoğunluk gurubunu da ve elbette ki ülkeyi de hayallerindeki gibi yönetmesi açısından bu sonuç işi daha pürtüklü ve daha fazla sürtünmeli hale getirecektir. 
 
       Seçime katılanların yüzde 51,8’i toplam seçmenlerin yüzde 37'sidir. Tayyip Erdoğan'ın ilk turda seçilmiş olması, bu gerçeklikle birlikte ele alınmalıdır. Her ikisi de kendi kendini teselli arayışı içinde olan Cumhurun yeni başı ve şürekâsının karşıtlarının yaptıkları gibi sonucun sadece işe gelen yönünü öne çıkaran tek yanlı “avunma teorilerine” itibar edilmemelidir.
 
          Bu seçimin tek bir galibi vardır: O da adayımız Selahattin Demirtaş ve yürüttüğümüz yeni yaşam siyasetidir. 30 Mart seçimlerinde alabildiğimiz toplam oyu yüzde 50 civarında artırmak yabana atılamayacak bir başarıdır. Daha da önemlisi, Demirtaş, programı ve kampanya sürecinde çizdiği profille Kürt düşmanı şovenizmin geriletilmesinde, kadın ve çevre sorunlarındaki ikirciksiz demokrat tutumuyla, hepsinden önemlisi -bu temel bileşenleri de içerecek şekilde- net bir demokratik içeriğe sahip fikirler ve program düzeyinde bir politika anlayışının yeniden güç kazanmasına küçümsenmeyecek bir katkıda bulunmuştur. Ancak bu seçimin kendine özgün koşulları dikkate alınarak alınan 4 milyon oyun il il belde belde sosyolojik tabanı irdelenmeli elde edilen başarının kalıcılaştırılması için “Demokratik Kitle Partisi” olma programından sapılmamalıdır. 
 
       Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılmasıyla Türkiye'de siyaset ve toplumsal yaşamda “yeni” bir etaba girilmiştir. Ancak bu “yeni”, ne son yıllardaki süreç ve gelişmelerden kopuktur, ne de bu anlam da “yepyeni”dir. Sözün özü özeti, 11 Ağustos sonrasının Türkiye'sini merak edenler 10 Ağustos öncesinin Türkiye sine baksınlar ve ne görüyorlar ise  onu yaşayacaklarını bilsinler.