Olağanlığa alışmış orta halli şehirlerin sıradan yaşantılarına yansıyan ve günün ilk ışıklarıyla başlayan rutinlik, bazen o yerin klasik havasıymış gibi çöker genel atmosferine.

Kaldırımda yürüyeninden trafikte yol alanına, işyerini açanından durağında bekleyenine, sabah simidini ısıranından ağzını açıp oyalananına kadar birçok insan, sanki hep aynı zamanı yaşıyormuşuz gibi bir izlenim bırakır, zihnimizin derinliklerinde.
Sadece Niğde için değil aynı yerde sürekli yaşayan tüm kentler için geçerlidir, insanla kurduğu rutinlik ilişkisi.

Oysa bazı sabahlar günün ilk ışıklarına gözünüzden akan uykuya rağmen içinizden geçen bir günaydın deme isteği ile uyandığınızda, o rutin dışılığı yaratan durumla karşılaşma olasılığınız, sonradan fark etseniz de bayağı yüksektir.

İşte öylesine bir farklılıkla karşılaşacağımı his ettiğim günlerden biriydi geçtiğimiz pazartesi günü. Olağanlığın dışında değişik bir enerji Niğde’nin üzerinde dolaşıyor, her zaman her yerde aynı rutinliği barındıran gündelik hayat bana göz kırpıp sanki, “bekle bu gün değişik bir yüzümü göreceksin” dercesine, deyim yerindeyse atar yapıyordu.

Bu düşünceler içindeyken; belki o rutin duygusunu kırmak belki de oğlumun ısrarlarına dayanamamaktan kaynaklanan durumlardan ötürü, 5 Şubat Stadyumunun önünde Niğde Belediye ile Çorum Belediye Spor maçının başlamasına 10 dakika kala, dışarda kalmış olup da içeri girmeye çalışan kalabalığın içinde buluyordum kendimi.

Kapıda birikmiş kalabalığın içeri girme azmine baktığımda bilet fiyatlarının 1 lira gibi sembolik fiyatta olmasından ziyade, 2. Lig yolunda takımını canı gönülden desteklemek isteyen Niğdeli taraftarların samimiyetini görmek, gerçekten etkileyiciydi.
İşte futbolu ortalama tüm sporların üstüne çıkaran sosyolojik olgu yine ortaya çıkıyor, temsil ettiği kentin insanlarını tek yürek halinde aynı hedef etrafında birleştirip, aynı duygular eşliğinde kenetleyerek, kolektif bilinç oluşturuyordu.

Seyirci tüm nefesiyle tezahürat yaparken kişisel çıkarın değil, ortak bir hedefin peşinden karşılıksız gidebilen insanların bu memlekette hiç de küçümsenmeyecek kadar çok olduğunu gösteriyordu.

Teknik Direktör ve Yardımcıları saha kenarında maçı; durmadan ve yaşayarak izleyip oyunun her anına müdahale ederken, sahada mücadele edenlerle aynı eforu sarf ediyorlardı.

Futbolcular can başla tüm benlikleriyle alın teri dökerken kişisel becerileriyle yeteneklerini kullanarak; bencillikten arınmış, iş bölümü yapmış ve” ben” değil “biz” mantığıyla çabalamanın, “hepimiz” için zorunluluk olduğunu, çim zemin üzerinde ispatlıyorlardı.

Atılan golde saha içindeki futbolcuların sakat arkadaşlarının formalarını tribünlere taşımaları; birbirini destekleyerek büyümenin yerine, bir birini yiyerek küçük olsun benim olsun diyen kıt zihinlere örnek olmuş mudur, bilemem…
Maç sonu prim için futbolcular arasında sen az koştun ben çok koştum, ben çok alacağım sen az alacaksın diye alttan alta birbirinin kuyusunu kazanlar oldu mu, bilemem…

Uğur’un maçın başlarındaki attığı ilk golde ciddi bir emekle getirip kalecinin göremediği hızdaki şutu kadar, hızlı olabilecek hızlı trenimizi; keşke Niğde’den de geçirebilseydik diye düşünen olur mu, bilemem…

Maç sonu Başkan Sayın Akdoğan; futbolcular tarafından havaya atılırken, atıldığı yükseklik kadar ek kat çıkabilir miyiz diye aklından geçiren, çok yönlü girişimcilerimiz oldu mu, bilemem…

Yine Başkan Sayın Akdoğan’a “ bizi 2.lige uçur” diyen futbolcu ve taraftarlar acaba, bir türlü mutlu sona ulaşılamayan havaalanımızı da, bu uçurma işine dahil ediyorlar mıydı, bilemem…

Peki bildiğin ne senin kardeşim? diye soracak olursanız…

Net bir gerçek olarak görünen…

O gün, o statta, herkesin, tek yürek ve içtenlikle…

NİĞDE diye bağırabilmesiydi…