Çayların dudak payı kadardı suskunluğumuz
Öperken bıyıkları batan bir babaydı hayat
Ben kış günleri üşüyen kuşları düşünürdüm
Hüznüm gövde gösterisi yapardı meydanlarda
Kuşlar uçar ömür geçer sen geçerdin
 
Perşembe pazarında açılmış şemsiye bahçeleri
Bir kasetçalar gibi dönüyor günlerin bandı
Yurttan sesler korosunu andırıyor pazarcıların sesi
Gazoz imalathanesinin yanında kurulmuş kuş pazarı
Bir güvercin uçuyor çatıların üstünden
Dünya bir bilye gibi dönüyor avuçlarımda
 
Ben eskimeyene ve ölmeyene inanıyorum
Duvara asılı bir mushafa sığdırıyorum yüreğimi
Kavuniçi masaların etrafında dizilmiş kadınlar
Dünyanın eteğini çekiştiren bir rüzgarda
Gür başaklar gibi sallanıyor elleri
Yanakları çökmüş adamların kırışmış yüzleri
Giden günün ardından öylece ağlarken
Öksürür gibi geçiyor akşam trenleri
 
Sessizlik eski bir romandır bu şehirde
Yağmuru çağıran  akşam matinelerinde
Türk filmi gibi seyredilir camlı kahvelerde
İnce belli bardaklarda çay kaşığının dansını izlerken
Üç sandalyeye birden oturur domino oynayan adamlar
Panayırlar kurulur yıkılmış evlerin arasına
Hüzün yaralı bir at gibi döner şehre
 
Alınyazısı gibidir burda bazı akşamlar
Okunur suskunluğun rahlesinde sessizce
İs çökmüş evlerin önünden öylece geçerken
Köy minübüslerinin camında film afişleri
Kadınların üstünde Melendiz pazarından aldıkları çiçekli pazenler
Çocukların ayağında soğuk kuyu lastikleri
Birleştirilmiş sınıflarda hayat bilgisi dersi
 
Toprak damlı evlerin odalarında
Naylon leğende yıkanmış kardeşler
Şimdi nevruz toplamaya gidiyorlar özün içine
Gaz lambasının kısılmış fitilleri
Duvarlarda gölgesi titriyor alevlerin
Halı dokuyan kadınlar türkü söylüyorlar
"Gide gide bir söğüde dayandım
O söğüdün dallarına boyandım"
 
Çalı çiçeklerinin kokusu sarmış yolları
Elma bahçelerinde yanakları kızarmış kızlar
Utanmanın iki yakasını ilikliyorlar
Bir pınar kaynıyor Armutbeli yokuşundan
Bir arı kovanından süzülüyor sabır
İnce bir ezan sesi geliyor uzaktan
 
Seher vakti ayna gibi parlıyor Misli ovası
Kumdan kalelerin önünde dökülüyor suskunluğun perçemleri
Uzakta Demirkazık tepesinin buğusu
Erciyes üstünde telaşlı bulutlar akıyor
Divrin ovası sanki güneşi sağıyor
 
Hasan dağının gölgesini bürünüyor kartallar
Eskimeyen düşlerin avlusunda bir at kişniyor
Eski bir masalın içinden çıkıp geliyor devler
Bir okyanus tabanında denizlerin ninnisi
Sıra sıra diziliyor kerpiçten evler
 
Kemerlerin yanı sıra koşturuyor çocuklar
Mazinin nabzı atıyor toprağın kalbinde
Mermerden sütunların altından gelip geçiyor kadınlar
Üzüm bağlarının saçlarında yeşermiş yapraklar
Hayat bir bahşiş gibi konuluyor günlerin tabağına
 
Kim bir atı öylece vurabilir
Solaklı köyünde bir güz günü
Bacakları kırılmış ala kısrağın
Ölürken titreyen yelelerinde
Kim bir ırmağı böyle ağlatabilir
 
Güneşin batışını seyrediyorum kayabaşında
Yeşilderede çember çeviriyor çocuklar
Çeşmelerden okçu suyu akıyor
Yeni çıkmış ekmeklerin buğusu üstünde
Sabrı bir tespih gibi diziyorum Şanişe kahvesinde
 
Trenler gelip geçiyor Ulukışla istasyonundan
Süzülüyor demir rayların arasından
Bir bulut kaynıyor Bolkarlardan
Yağmurlar yağıyor Ulukışla istasyonunda
Yılkı atlar koşuyor uçurumlardan
 
Patates tarlalarında yazmalı kadınlar
Ellerini nasır bağlamış genç kızların
Çeyizlerinde saklanıyor işlenmiş mendiller
Orta ikiden terk kamyon şöförlerinin esmer tenlerine
Sabahın ayazı bıçak gibi değiyor
Sağlaması yapılamayan bir problem gibi yaşamak
Çırağından bir anahtar istiyor ustası
Bir yılan telaşla yuvasına akıyor
Bir yara sessizce kanıyor
 
Bir zamanlar Niğde'de bende yaşardım
Günlerin saçları omuzlarıma dökülürdü
Bozkırın hasis ve titreyen parmaklarında
Bir kibrit kutusu kadar dar kalplerden geçerdim
Kalbi mumyalanmış ve suları bulanmış yüzlerin yöresinde
Kelimelerden kurduğum bir çadıra sığınırdım
Uzaktan sevmenin güzelliğini unutmadan
Kurnaz ve acımasız bakışların vahşiliğinde
Hayal atlarının terkisine binerdim
Zamanın kara tahtasında birdenbire silinir
Topraktan bir rüyanın başkentine dönerdim