Bu yazı “bizden bir halt olmaz”cıların ekmeğine yağ sürmek için kaleme alınmadı. Lakin kendi gerçekliğimizi bilerek ve somut durumun somut tahlilini yaparak var olan nesnelliği devrimci yönde değiştirip dönüştürüle bilmenin yolunun da kendimizi dev aynasında görmeden değerlendirmekten geçtiğine inanlardanım.
 
     Her şey bir yana yaşadığımız zaman diliminde sınıf mücadelesinin içinde olan “kadro” bildiğimiz pek çok kişinin dahi işçi ve emekçilerin yâda toplumun bir bütün olarak uzak olmayan bir gelecekte kendi kaderini kendi eline alabileceğine olan inancının ne kadar güçlü olduğu tartışma götürür.
 
     Yüzde ellisi AK Partisine, geriye kalanların ezici çoğunluğunun ulusalcı-ırkçı-şovenlikte ve gericilikte yarışan partilere oy verdiği düşünülünce özellikle Türk halkına olan güvensizliğin coğrafyamız devrimcilerine sirayet etmesine şaşırmamak gerekir.
 
     Üstelik Türk halkının bu tutuculuğu, boyun eğiciliği, şükrediciliği bir nevi toplumsal karakter haline dönmüş gibi bir görüntüye sahiptir. Osmanlı’dan günümüze tarihe şöyle bir baktığımızda Türk halkının bir isyan geleneğinin olmadığını kolayca fark ederiz. Toplumsal bilinci sarsan en yakın isyan hali 17. yüzyıldaki Celali ayaklanmalarıdır. Kuşkusuz Osmanlı devletine başkaldıran pek çok göçer Türkmen aşireti var, fakat bu direnişler hep lokal kaldığını, geneli etkilemediğini hatta 1908 burjuva devrimine giden süreçte de dahi irili ufaklı halk hareketlerinin ana gövdesini biz Türkler değil, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler oluşturuyordu. “Kurtuluş Savaşına” büyük halk desteği iddiasının da resmi ideolojinin bir yutturmacası olduğunu artık bilmeyen yok gibi.
 
     Türk halkı oluşturan sınıflara baktığımızda da mücadele geleneği bakımından tarihsel mirasımız pek parlak değil. 1970′lere kadar ülkemiz nüfusunun yüzde 70′i kırlarda yaşıyordu. Gel gör ki 60’lı yıllarda bir iki istisna hariç bir devrimci Türk köylü hareketinden bahsetmek mümkün değil. Küçük köylü tarımının yaygın olması köylünün tevekkül etmesinin (kadere boyun eğmesinin) nedenlerinden biri sayılabilir. Türk nüfusun önemli sayılabilecek bölümü cumhuriyetin kurulmasıyla bu yeni sınırların dışında kalanların Türkiye’ye göç etmesinden oluştu. Gayrimüslimlerin katledilmesi ve göçertilmesiyle ele geçirilen topraklar bu kesimlere pay edilerek sistemin bekçileri haine getirildiğini görüyoruz.
 
      Bunlar bir yana, Osmanlılar zamanında en sefil Türk köylüsü dahi ekonomik ve kültürel bakımdan kendisinden çok daha iyi konumdaki bir gayrimüslim karşısında bir Müslüman Türk olarak “hakim millet” gururuyla kendini üstün görüyordu. Keza cumhuriyet sonrası bu kez Türk olarak “hakim ulus” duygusuyla şişinmesi ve bilhassa 1950 sonrasından 1990′lara kadar etkili devlet sübvansiyonları Türk köylüsünün devleti en nihayetinde “kendi devleti” olarak sahiplenmesinde önemli rol oynadığını bilmeliyiz.
 
      Köylülüğe kıyasla işçi sınıfının kendi sınıf tabiatı gereği daha canlı, mücadeleci olduğu açık. Bilhassa 60′lı, 70′li yıllarda bu açığa çıkmıştı. Fakat yine de bu mücadeleciliğin devrimci niteliğinin ne denli zayıf kaldığı 15-16 Haziran genel direnişi, DGM’lerin kaldırılması amacıyla yapılan faşizmi ihtar mitingleri ve Tariş direnişi gibi tarihe kazınmış mücadelelerin bir kaç anının ötesine geçmemesinden anlaşılabilir.
 
     Avrupa, Latin, Amerika, Asya, Afrika kıtalarında son otuz kırk yılda pek çok ülkede onlarca kez genel grevler yaşanmışken Türkiye’de en yakın genel grev anısının 3 Ocak 1991′e takılı kalması bırakalım devrimciyi, sendikal mücadele düzeyinin ne denli gerilere düştüğüne örnek verilebilir.
 
     Büyük sendikaların geçmişe kıyasla küçülmeleri, hükümet yanlısı sendikaların görece gelişmesine karşın ilerici sendikaların gerilemesi, devrimcilikte ısrar edenlerin bir türlü büyüyememeleri de tabloya eklenebilir. Emekçi memur hareketinin etkili ilerici çıkışlar yaptığı söylenebilir, ne ki bu çıkışlar boğucu atmosferi değiştirmeye yetmediğini de biliyoruz.
 
     Ya küçük burjuvazi? Bir zamanlar “Türkiye bir küçük burjuvalar ülkesidir” denirdi. Bununla kırda küçük köylü tarımının, şehirde küçük zanaat ve ticaretin yaygın olmasına işaret edilirdi. Bu bir yana eğitim görmüş serbest meslek sahibi önemli bir küçük burjuva tabaka oluşmuştu. Kabul etmek gerekir ki bu aydın tabakanın öğrenci gençlikle birlikte bugüne kadarki toplumsal mücadelelerin örgütlenmesinde ve yürütülmesinde belirleyici etkisi oldu.   
 
       Küçük köylüler, küçük zanaatçı ve tüccarlar gerici, tutucu, sağcı ideolojilerin nasıl yatağı idiyse, aydın küçük burjuva tabaka da asıl olarak ilerici, solcu ideolojilerin yatağı idi. Birincilerde antikomünizm, ikincilerde Marksizm-sosyalizm çekim merkezi oluyordu. Aslında ülkemizdeki sınıf mücadelesi bu küçük burjuva cenderede süregeldi dense yanlış olmaz.    
 
      Bütün bunların üzerine son otuz yılda giderek daha da yükselen, kökleşen, derinleşen şovenizmi ekleyin. Nesnel durum bu denli karanlık olunca durumu değiştirmeye yönelmiş güçler arasında da karamsarlık eğiliminin gelişmesi, hatta sosyalizme inançla bağlı kimi insanların düzen partilerine kendini atarak politika ürettiğini yâda hiçliği (nihilizmi) savunduğunu biliyoruz.
 
     Evet,  gerçekliğimizin bir yüzü bu. Diğer yüzü ise yarın ki yazımın konusu olacak. Sevgiyle kalın. Hoşça kalın.