Filistin topraklarında 1930’lu yıllardan buyana devam eden anti Siyonist ve emperyalist mücadele ülkemiz sol, sosyalistlerince 1960’lı yılların sonuna doğru farkına varılmaysa başlandı. O zamanki konjonktüre uygun dayanışma biçimleri geliştirilip Filistin halkının haklı mücadelesi ülkemiz sosyalistlerince çeşitli yol ve yöntemlerle desteklenmiş idi.
 
    Aradan geçen kırk yılı aşkın  zamanda Filistin halkına yönelik baskı ve şiddet politikaları bir bütün olarak artarak devam etmiş ancak ülkemiz sol, sosyalist, devrimci kamuoyunun tepkisini 70’li yıllardaki gibi çekmediğini gözlemliyoruz.(Günümüzde kitlesel basın açıklamaları ve birkaç makale dışında  Filistinlilerin yürüttüğü anti Siyonist ve emperyalist mücadele ile ülkemiz emekçilerinin bağı sosyalistler üzerinden değil İslami hareketler üzerinden örülmekte olduğunu bilinmelidir.)   
 
     Tarihin bu kesitinde Ortadoğu hesaplarını Suriye üzerinden şekillendirecek olan emperyalist haydutların politikalarından bağımsız orak göremeyeceğimiz İsrail’in son Gazze saldırısı daha önceki saldırılardan farklı bir siyasal konjonktürde gerçekleştirildiği bilinmelidir. Dolayısıyla doğuracağı sonuçlar ve yayılma alanı bakımından da öncekilerden farklı olarak, Filistin - İsrail arasında bir mesele olmaktan çıkıp bunu doğrudan doğruya Suriye merkezli bir bölgesel yayılma planının parçası olarak okumamız yanlış olmaz.
 
      Nihayetinde Alman patriotları ülkemiz Suriye sınırına, İngiliz deniz piyadeleri Ürdün Suriye sınırına konuşlanacağı haberleri ortalıkta savrulmakta. İsrail’in bu gelişmeler yaşanırken Gazze’ye saldırması Mısır, Ürdün, Suriye eksenindeki son gelişmeler ve ABD’de seçimler sonrası yeni belirlenecek Ortadoğu politikalarında önden inisiyatif kazanmak istemiyle de açıklana bilir.
 
      Bölgedeki gelişmeler birçok denklemin iç içe geçtiği, bir birini tetiklediği bir sarmal biçiminde yaşanıyor. “Bölge liderliği” pozlarına bürünen Gazze de göz yaşları dökerek gezinenlerin bu kanlı denklem içerisinde kendine bir yer edinme çabası emperyalistlere hizmetten öte bir şey değildir. “Bölge liderliği” söylemlerinin, boş böbürlenmelerin iç siyasete yönelik olduğu görülmelidir. Ortadoğu’da kanlı yeni bir bölgesel savaşı durdurmak, işçi sınıfı ve emekçilerin birleşik bölgesel çıkışlarıyla mümkündür.
 
      Ezilenlerin, emekçilerin bu tezgâhları boşa çıkartması, antiemperyalist, antikapitalist, devrimci dinamiklerin harekete geçmesiyle gerçekleşe bilir. Bu dinamikleri hareket ettirme ve meydanı çoktan doldurmuş İslami söylemli gösterilere terk etmeme göreviyle bir kez daha karşı karşıyayız. Görevlerimizin birinci sırasında halkların kardeşliği şiarını alanlarda yükselterek, yaşamın içinde antiemperyalist mücadele dayanışmasını örmek ve 70’lerde olduğu gibi politik mücadele araçlarını yine, yeni, yeniden elimize geçirme görevleri olmalıdır.
 
       70’li yılar demişken Sevgi Hocayı Sevgi Soysal’ı anmadan geçmek olmaz. Hem de tarihler 22 Kasım’ı gösterirken:   
 
       Bu gün 22 Kasım Perşembe. 70’li yılları özellikle 12 Mart dönemini yazdığı kitaplarla daha iyi kavramamızı sağlayan Sevgi Soysal’ın aramızdan ayrılışının 36.yıl dönümü. Sevgi Soysal 30 Eylül 1936'da İstanbul doğumlu. Çok genç yaşta (40) dünyamızı terk eden yazar Sevgi Soysal’ın yaş taşı tüm diğer aydın ve sanatçılarda da olduğu gibi 12 Mart faşizmi onun da hayatı ve yazarlığı üzerinde derin izler bıraktı.
 
     “Yürümek” adlı romanı o dönemde, müstehcenlik gerekçesiyle toplatıldı ve Sevgi Soysal, kısa bir tutukluluk yaşadı. TRT'deki görevinden atıldı. Yine o dönemde Anayasa profesörü Mümtaz Soysal'la, Soysal'ın “komünizm” propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklu kaldığı Mamak Cezaevi'nde evlendi. Siyasal nedenlerle tekrar tutuklandı ve sekiz ay Yıldırım Bölge'de (burada yaşadıklarını, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu başlığıyla kitaplaştırıldı) iki buçuk ay da sürgüne gönderildiği Adana'da kaldı.
 
       Cezaevinde yazdığı Yenişehir'de Bir Öğle Vakti adlı romanıyla 1974 yılında Orhan Kemal Roman Armağanı'nı kazandı. Kızları Defne Aralık 1973'te, Funda ise Mart 1975'te doğdu. Adana'da sürgünde bulunan bir kadının başından geçen olaylar etrafında 12 Mart'ı eleştirdiği romanı Şafak, 1975'te yayımlandı, aynı yıl yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle 1975 sonbaharında bir göğsü alındı. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu kitabını 1976 yayınladı, hastalık izlenimlerini ve 12 Mart sonrası değişimi anlatan öykülerini topladığı Barış Adlı Çocuk, kitabı da 1976'da yayımlandı. Eylül 1976'da bir ameliyat daha geçirdi ve tedavi için eşiyle birlikte Londra'ya gitti. Üzerinde çalıştığı son romanı “Hoşgeldin Ölüm”'ü tamamlayamadan 22 Kasım 1976'da İstanbul'da hayata gözlerini yumdu. Eserleriyle yıldızlardan parıldamaya ve yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor.