Utanmadan hazla nufus imhasını dillendiriyorlar
 
Tarihin sonunun geldiği kapitalist zengin düzeninin ilelebet devam edeceğini, “piyasanın” her türlü sorunun altından kalkacağını vaaz eden zengin düşünürler ve teknokratları şimdilerde “karanlık” tablo çizimiyle ve “sefillerden”  oluşan nüfusun tehditlerinden dem vuruyorlar!
 
       İngiliz teknokrat Chris Tune, yakın bir gelecekte “bizleri” nasıl bir dünyanın beklediğini bilgece bir edayla tasvir ediyor! Yoksulun daha da yoksullaşacağı, istikrarsız ülkelerin daha da istikrasızlaştığı, eşitsizliğin daha çok telaffuz edileceğini, “şiddet”in ve “savaşların” kol gezeceğini, hatta daha ileri giderek Hobbescu bir yaklaşımla “iğrenç, hayvani ve kısa olduğu bir dünya” öngördüğünü sıkılmadan söylüyor. (Hobbescu “karanlık çağdan gelen insanlık hızla karanlık çağın vahşetini yaşayarak son bulacaktır” buyurmuştu!) 
 
      Buyurun şimdi Kantçı “aydınlanmacı” Avrupa’dan “itin iti” kırdığı Hobbescu bir Avrupa ve dünya ya geçiş sunumlarıyla pirim yapmaya gayret ediyorlar. Ama düşüncelerinin temelini “Malthusçu karamsarlık” oluşturmakta olduğunu ve bu şeylerin bir ve aynı şey olduğunu “biz” zaten biliyoruz.
 
       Üstelik “Malthusçu karamsarlık” ne bir duygulanımdır (piyasaların duygulanımları yoktur) ne de kişisel bir ruh hali. Sürekli artan ve “fazla” veren bir "nüfus" kavramıyla kıt ve giderek daha da azalan kaynaklar arasındaki tarih-ötesizleştirilmiş “açık” ı (nedret’i) bir defa hayatın merkezine yerleştirdiğinizde, her şey bir anda aydınlanır. Artık mesele, “fazla nüfus”ların kim olduğu ve nasıl imha edilecekleri ve kıt kaynaklara erişmek içine gerekli hangi barbarlıkların programlanacağı sorunudur.
 
        Bu  Malthusçu stratejik düşünme hattından ilerlendikçe “kemer sıkma politikalarını”, “özelleştirmeleri”, “piyasalaştırmayı” birer "doğa yasası" kılığına dönüştürebilirsiniz; kıtlıklar imal edebilir ve kitlesel ölümleri rutinin ahlakıyla izleyebilirsiniz; savaşları orta sınıfların tüketim ve refahı için akılcı bir araca dönüştürmek kolaylıkla mümkündür; ya da kapitalist merkezlerdeki “büyümenin sınırları”nı çevre ülkelerin halklarına tahakküm, baskı ve imha politikalarıyla dayatabilir, hatta bu ülkelerde döktüğünüz kanın “kırmızı” değil “yeşil” görünmesini sağlayabilirsiniz!
 
        Tam da bu nedenle, şu aralar kapitalist merkezler ve medyalar arasında tam bir Malthusçu  sinsi bir mutabakat olduğunu söylemek hiç de abartı olmayacaktır; 1968’de İtalya’da Rockefeller’in arazisinde kurulmuş Roma Kulübü’nün Malthusçu tezleri şimdilerde hayli popüler ve yeniden tartışmaya açılıyor. Bilgisayar modellemeleriyle Malthusçu teoremi doğrulamaya dönük çalışmalar gırla. Uluslararası kurumsal medyalar nüfus paranoyasını derinleştirirken, iktidarlar "fazla nüfus" haritaları hazırlamakla meşgul. 21. yüzyıla uyarlanmış enerji, toprak, rekabet, nüfus, iklim, gıda politikaları büyük ölçüde Malthusçu stratejik varsayımlar etrafında geliştiriliyor. Hatta ‘kritik’ ve ‘hassas’ görevlere Malthusçu -“dahi” bürokratların yerleştirildiği bile söylenebilir. Örneğin Bill Clinton’dan sekiz yıl sonra Obama’nın da bilim ve teknoloji danışmanlığını yapan Beyaz Saray Bilimcisi John Holdren, çok eskilerden (1970’lerden) bu yana Yeni-Malthusçuluk’uyla tanınıyor. Şimdilerde Obama’nın nüfus ve iklim polisliğini yapan Holdren’ın, “Beyaz Saray Malthusçusu” olarak adlandırıldığı da vaki.
 
         Bu arada kaynak savaşları ve gezegenin paylaşım süreci olanca hızıyla sürüyor. Başta petrol, doğal gaz ve enerji kaynakları olmak üzere, su, toprak, madenler ve ormanlar hızla yağma ve talan ediliyor. Elbette her şey kitabına uydurularak: “Uluslararası ticaret”, “karşılaştırmalı üstünlükler”, “karşılıklı kazanç” ilkesi," kalkınma", “refah”, “arz talep” yasaları (Piyasa “piyasa kavramını” da pazarlayabilir; ya da en genel önermeyle, piyasalaştırma, kendisi piyasalaştırılabilir olan bir şeydir).
 
         Ama “biz” sınıf bilinçli emekçiler biliyoruz ki, durum hiç de böyle değil. Dünyanın artık hemen her tarafı (Kutuplar dâhil) potansiyel bir çatışma bölgesi. Kriz derinleşirken bu potansiyel çatışma mevkilerinin bir, bir fiili çatışma bölgelerine dönüştürme politikaları yürürlüğe sokuluyor. Sahi, sırada kim var? Suriye mi? İran mı? Pakistan mı?
 
        Üstelik bu “ekonomik savaş”ın ister piyasa stratejileri/mekanizmaları, ister siyasal ve askerî biçimler altında olsun, giderek daha da şiddet kazanacağından hemen kimsenin kuşkusu yok. Tek tartışılan ve üzerinde spekülasyon yapılan sadece bu şiddetin nereye kadar varabileceği? Zaten süre giden yerel ve bölgesel çatışma zincirlerinden başlayıp, tüm dünyayı kapsayacak bir küresel savaş çağına mı? Başta Küresel Güney’in yoksul halkları olmak üzere, tüm yeryüzünü bir halklar hapishanesine dönüştürecek bir “hiper kolonyalizm” çağına doğru mu? Yüksek teknolojik bir piyasa feodalizmine mi? Yeni ırkçılıklar, öjeniler, biyogenetik progamlar, hapishane endüstrilerinden polisiye kontrol şebekelerine uzanan ağlar aracılığıyla inşa edilecek istihdam, emek, nüfus ve gıda rejimlerine mi?
 
         Nereden bakarsak bakalım, kapitalist barbarlık çağı kendini var edebilmek ve devam ettirmek için milyarlarca “sefilin” yok olmasına aldırış dahi etmeyecektir. Eee! O zaman ya kuzuların sessizliği ile yok oluşumuza, ya da yan yana gelerek yoksulluğumuzu ve sefilliğimizi yaratanları sırtımızdan atmaya!