Partim Halkların Demokratik Partisi önümüzdeki Haziran seçimlerine parti olarak katılacağını açıklaması bazı çevreleri derinden germiye devam ediyor. Bunların başında da AKP ve AKP’ye kapılanmış yalaka takımıyla Kürt düşmanlığı genlerine işlemiş sosyal şoven çevreler geliyor. 

    AKP ve yandaşlarının partimizin bu kararından tedirgin olmalarının nedeni çok açık. Çünkü HDP’nin seçime parti olarak girip yüzde 10 barajını aşması durumunda AKP bugüne kadar bedavadan cebe indirdiği en az 25-30 milletvekilliğini kaybedecek. Çünkü HDP’nin parti olarak değil de belli bölgelerde tek tek isimleri aday olarak gösterdiği durumda o aday isterse AKP’nin 4-5 katı oy alsın o isim dışında kalan diğer bütün milletvekillikleri genellikle AKP’ye gidiyordu. 

     AKP ikinci olarak, Meclis’te de CHP ve MHP gibi etkisiz, majestelerinin muhalifi görünümlü bir “muhalefete” sahip olmanın avantajını kaybedecek. Tüm içindeki ve dışındaki olumsuzluklara rağmen bugünün Türkiye’sinde gövdesini Kürt siyasal hareketinin oluşturduğu partimiz HDP’yi aşan, ondan daha militan ve etkili bir demokratik dinamiğin olmadığı tespitinden hareketle;  gücünü asıl olarak sokaktan alan ve hiç te pragmatist hesaplara dayanmayan ilkesel bir tutumla  sokağın ve kendi dışında kalan muhalefet dinamiklerinin sesine diğer bütün partilerden çok daha duyarlı olan partimiz HDP’nin Meclis içinde yürüteceği muhalefetin de farklı olacağı, ilerici-demokratik bir karakter taşıyacağı ortadadır. 

     HDP’nin Meclis’e parti olarak girebilecek kadar güç toplamayı başaracak olması, üçüncü olarak, hem Kürtleri kimin ne ölçüde temsil ettiği konusunda yapılan demagojik spekülasyonlara hem de HDP’yi ısrarla sadece “Kürt kimliği” içine sıkıştırmak isteyen eğilimlere öldürücü bir darbe olacak. 

    HDP’nin seçimlere parti olarak katılma kararından müthiş rahatsız olan diğer kampa gelince, burada homojen bir bütünlükten söz edilemez. Bir kutbunda gözü dönmüş Kürt düşmanı Ergenekoncu faşistlerin bulunduğu bu yelpazenin diğer kutbunu ise değişik tür ve renklerdeki küçük burjuva solculuğu oluşturuyor. Bu “beş benzemezler” topluluğunu bu konuda birbirlerine yaklaştıran ikinci ana etken kör bir AKP düşmanlığıdır. 

    Kör AKP düşmanlığı son tahlil de mevcut siyasal iktidar ve egemenlere kazanım olarak dönmektedir. 12 yıllık süreçte AKP’nin girdiği tüm seçimlerden 1. parti olarak çıkması bunun en stabil örneğidir. HDP’nin barajı aşabileceği nasıl kesin bir dille söylenemezse barajı aşamayacağı da bugünden mutlaklaştırılamaz. HDP’nin önüne ikinci barajı çekme yarışına çıkan keskin “solcular” aslında AKP ile ittifak içerisine düştüklerini göremiyorlar. Bu konuda da bağnaz bir uyumluluk içerisindeler.

    Mevcut iktidar ve düzen muhalefeti ağız birliği etmişçesine HDP’nin barajı aşma olasılığının adını dahi anmamakta kararlı görünüyorlar. Partimiz önceki seçimlerde olduğu gibi hala yüzde 5-6’lar düzeyinde dolaşıyor olsaydı eğer ne kadar sıkı bir kampanya yürütülürse yürütülsün kaybedileceği baştan belli bir kumar oynandığı iddiası o zaman haklı ve geçerli olurdu kantindeyim. Ancak son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sayın genel başkanımız Selahattin Demirtaş’ın aldığı oy oranı (9.82) ve bu günlerde yapılan kimi anketler HDP’nin yüzde 11-12 civarında dolaştığını gösteriyor. Demek ki HDP’nin yüzde 10 barajını 7 Haziran da rahatça aşabilme şansı var.

     Eğer seçimlere katılmayı ilkesel olarak reddeden klasik “boykotçu” bir yaklaşımdan hareket edilmiyorsa (bu “sol çocukluk”un eleştirisi ayrı bir konu) bu durumda demokrasi mücadelesinin güç kazanması açısından (hatta gözü onun geriletilmesinden başka bir şey görmeyen sığ bir AKP düşmanlığı açısından dahi) hangi yaklaşım daha tutarlı sayılır: AKP’nin en az 25-30 milletvekili daha az çıkararak hükümet kurabilecek çoğunluğu sağlamasının dahi riske girebileceği bir katılma kararı mı yoksa önceki seçimlerde olduğu gibi ona baştan 25-30 fazla sandalye kazandıran “bağımsız adaylarla girme” kararı mı?..

     HDP konusunda tartışılması gereken nokta seçime parti olarak katılma kararı olmamalıydı. Asıl tartışılması gereken, bu iddianın altının nasıl doldurulacağı, nasıl bir seçim stratejisi izleneceği, hangi sınıf ve kesimlerin desteğini kazanmanın esas alınacağı, özellikle de işçi ve emekçilerin karşısına hangi söz ve taleplerle çıkılacağı ve bu sözlerin tutulacağı noktasında onlara nasıl güven verilebileceği olmalıydı.