Ülkemiz egemenleri enerji politikalarını paylaştıkları tüm platformlarda gelinen “gelişmişlik” düzeyine ve “2023 vizyonuna” göndermeler yaparak nükleer enerji yatırımlarının zorunluluk olduğunu söyleye gelmekteler.
    Hatırlanırsa Mersin Akkuyu için Rusya ile geçtiğimiz günlerde de Japonya ile Sinop'ta nükleer santral inşaatı için anlaşmaya varılmıştı. Ülkemiz egemenlerinin ve etraflarındaki bir avuç kapitalistin nükleer santral hevesi öyle kabarmış ki, siyasal iktidar “3. santrali Türkiye'nin kendisinin inşa edeceğini” bile övünç içerisinde deklere etti! Nükleer santrallerin insan ve çevre sağlığına olan tehdidi vahim örneklerle yaşanmışken ve çoğu ülke nükleer santrallerini kapatırken bizimkilerin böyle hevesli olması hayli dikkat çekicidir.
    “Demirden korksak trene binmezdik” benzeri söylemleri aratmayacak denli bir üslup ile nükleer santralleri savunma moduna giren iktidar sahipleri uçak, otomobil benzeri ulaşım araçları kaza yapıyor diye binilmiyor mu? Minvalinde sorularla nükleer santral kazalarını basitleştirmeye ve biz emekçilerin bilinçlerini bulanıklaştırmaya çalışıyor.
      Biliniyor ki, istenildiği kadar güvenli denilirse densin olası bir nükleer kaza geri dönüşü olmayan bir şekilde milyonların hayatını, gelecek nesilleri ve doğayı korkunç tahribatlarla yüz yüze bırakıyor. Çernobil deneyiminden sonra yaşanan bir diğer önemli örnek olan ve dünyanın en güvenlikli nükleer santrallerinden addedilen Fukuşima deneyimi nükleer tehdidin ne denli ciddi olduğunu gözünü dolar, avro bürümeyen gözler için gözler önüne sermeye yetiyor.
      Sermayenin elde edeceği yüksek kar için alamayacağı aldıramayacağı risk yoktur. Yeterki bir koyup üç-beş-on yüz-bin alsın. Bir koyup yüz kazanacağına aklı kesti mi sözcülerine “riski olmayan hiçbir yatırım yoktur, evinizdeki mutfak tüpünün de şehrinizden geçen doğalgaz boru hattının da bir riski var” yollu açıklamalar yaptırtarak olası tepkileri sönümletmeye başlar. Tüp patlamasıyla nükleer tesisin patlamasını aynı kefeye koyarak nükleer santral yapımını savunmak ancak ve ancak olası bir nükleer santral kazası anında özel uçaklarıyla kendilerini ve ailelerini güvenli yerlere götüre bilecek güçte olanların “züğürtçe” avuntularıdır.
     Biz emekçiler geçmiş tecrübelerimizden kaynaklı olarak gayet iyi biliyoruz ki bu sistem içerisinde, tüp patlaması da olsa, nükleer tesis deki patlama da olsa etkilenen ve zarar görenler hep biz ve yaşadığımız doğal çevre olmuştur. Zenginlerin ve siyasi temsilcilerin tuzlarının kuru olmasının nedeni budur.
     Bu nedenledir ki, insan sağlığını ve doğayı tehdit eden böylesi riskte bir projeyi “enerji ihtiyacının karşılanması”, “kalkınma” söylemleri eşliğinde “sessiz bir devrim” olarak niteleyebilmektedir. Aynı şekilde nükleer santrallerin inşaatında 10 bin kişinin çalışacağını özellikle öne çıkartan haberler yaptırılarak olası tepkiler engellemek istenmekte, bilinçler bu yönde de bulandırılmaya devam edilmektedir.
     Sinop ve Mersin’e nükleer santralleri kuracak olan Rusya ve Japonya'nın geçmişinde Çernobil ve Fukuşima örneklerinin olması da dikkat çekici bir diğer konudur. Japonya örneğini ele alırsak, iki yıl önceki Fukuşima nükleer kazasından sonra Japonya, tüm nükleer santrallerini ülkesinde askıya alırken, Türkiye, Suudi Arabistan gibi ülkelerle nükleer santral anlaşmaları yapıyor. Fukuşima’ya rağmen “son Japon teknolojisi” teminatıyla kurulacak nükleer santral ihalesiyle övünen Türkiye gibi ülkeler sayesinde, nükleer tekeller eski kazançlarından mahrum kalmayıp para kazanmaya eskisi gibi devam etmeyi planlamaktalar.(Ülkemiz kıt kaynaklarından ilk etapta 22 milyar dolar nükleer santraller kurulması için tahsis edileceğini belirtmeden geçemeyeceğim.)
     Ayriyeten şu konunun da bilinmesini isterim. Akkuyu gibi Sinop nükleer santralinin de “Hükümetler arası anlaşma” modeliyle inşa edileceği gözden kaçırılmamalıdır. Neden hükümetler arası antlaşma ile inşa ediliyor? Elbette yargı denetiminden kaçınmak için “Devletlerarası anlaşma formülü” kılıfıyla, ihalesiz, denetimsiz bir şekilde hükümet masaya oturuyor ve kimi beğenirse ona nükleere santrali yaptırıyor. Nasıl iyi değil mi? Bakın Mersin Akkuyu Santrali için anlaşma yapılan firma Çernobil felaketinin mimarı Rosatom Firması ve arkasında Rus devleti var. Rus devletinin tekeli olan Rosatom kendi ülkesinde yeni nükleer reaktör kuramıyor. Bulgaristan’daki projeleri AB tarafından donduruluyor, Hindistan ve İran’daki nükleer santral açılışları dahi erteleniyor. Ancak ülkemizde kapılar kendilerine ve diğer nükleer tekellere sonuna dek açık!
    Nükleer santrallerin çevreye ve insana verdiği zararlar ortadayken ekonomik olarak da oldukça pahalı bir tercih olduğu artık tüm ileri kapitalist ülke yöneticileri tarafından kabul edilen bir görüş olarak yerleşmişken ve kendi insanları için kendi ülkelerinde durdurulup bir bir kapatılırken bizim gibi ülkeleri nükleer çöplüğe çevirerek kapitalistlerine para kazandırmak istemeleri bizi ve yaşadığımız coğrafyayı değersiz görmelerindendir. Onların değersiz görmeleri bir nebze anlaşılır olsa bile bizim yöneticilerimizin onlarla iş birli içerisinde insanını, toprağını, suyunu ve havasını tehlikeye atmasının nedenleri çok iyi irdelenmeli ve emekçi halkımıza net bir biçimde anlatılmalıdır.
    Bırakalım kazayı olası atık risklerini nükleer santrallerin yapımı için düşünülen yerlerdeki çevre katliamı bile nükleerden vazgeçme için başlı başına bir sebeptir. Gerek Sinop'ta gerekse Akkuyu'da nükleer santral için düşünülen yerlerdeki orman katliamı, su havzalarının yol edilmesi, kirletilmesi ve doğal ortamında yaşayan börtü böcek tüm canlı yaşamının alt üst oluşu doğal ve ekolojik dengeyi bozacağı insanımıza çok iyi açıklanmalıdır.
    İşte bundadır ki, “nükleer enerjiye inat, yaşasın hayat” şiarını ülkemizin her yerinde yüksetmeliyiz. Kurulacak santrallere kesinlikle karşı çıkılmalıdır. Kâr ve çıkar hırsları uğruna insan ve çevre sağlığını hiçe sayanlardan hesap sormak için çevreci mücadeleyi büyüterek örgütlemeliyiz.