Niğde Gazi ilkokulu dördüncü sınıf öğrencisi olan Aytuğ Nur KARABULUT  yazdığı hikayelerle yazarlığa ilk adımını atıyor.

 

İlkokul ikinci sınıftan itibaren küçük kağıt parçalarına hikaye yazmaya başladığını söyleyen Aytuğ Nur, bu birikimini kitap haline getiriyor.

 

Okumayı öğrenmeye başlar başlamaz kitaplara merak sardığını söyleyen Aytuğ Nur, kitap yazma arzusunu şöyle anlattı:

“okumayı öğrenmeden önce de evimizde yaşıma uygun çok çeşitli hikaye kitapları vardı. Onların resimlerine bakar ve kendi kendime okuyormuş gibi anlatırdım. Daha sonra okula başlayınca ödev defterlerime hikayeler yazmaya başladım. Özellikle üçüncü sınıfta öğretmenimiz bize bol bol kitap okuttururdu. Evimizde de okuma saatlerinde hem okuduğum hikayeleri anlatır hem de aklımdan hikayeler anlatırdım. Bir de babamın kitaplarının olması benimde kitap yazma isteğimi artırdı. Şu anda üç hikaye yazdım. Ama aklımda en az on tane daha hikaye var. Hepsini kitap haline getirmeye çalışacağım.”

 

Aytuğ Nur KARABULUT’un yazdığı hikayelerden birkaç tanesi Aşağıda ;


ACI BİR ÖYKÜ

         Bir zamanlar dul bir kadın varmış. Bu dul kadın, kocasını kaybettikten sonra kızı  Ayyıldız ile yaşamaya başlamış. Kızı Ayyıldız büyüdükçe atlarla ilgilenmeye başlamış. Onların dilinden çok iyi anlarmış. Bunlar tarlada çalışarak geçimlerini sağlamaya çalışıyorlarmış. Ama çok fakirlermiş. Ayyıldız’ın annesi bazı geceleri içinde bir acı varmış gibi ağlıyormuş.

         Bir gece rüyasında kucağında bir bebeği zengin bir kadın almaya çalışıyormuş. O anda bebeğin boynuna bir kolye takmış. Ve yatağından sıçrayarak uyanmış.

 Bir başka yerde ise oldukça zengin bir kadın yaşarmış. Onun Ayten adında bir kızı varmış. Bu kız doğduğunda çok güzel bir bebekmiş. Ama annesi, Ayten büyüdükçe onu bencilleştirmiş. Bu zengin kadının çiftliğinde çok güzel atları varmış. Ama bu atlardan biri oldukça huysuzmuş. Kimseyi yanına yaklaştırmıyormuş.

Diğer tarafta ise dul kadın ve kızı geçim sıkıntısı çekiyormuş

         Dul kadına, kızı Ayyıldız şöyle demiş:

-         Anneciğim, bu böyle olmaz. Ben şehre gitmek istiyorum.

Annesi:

-         Olmaz kızım. Burada birlikte yaşayalım, dedi.

Ancak Ayyıldız kararlıydı. Bunun üzerine annesi çok dikkatli olmasını söyleyerek kızının isteğini kabul etti.

 

Ayyıldız babalarından kalan iki atın birini satarak parasını annesine verdi. Diğer atına atlayarak şehrin yolunu tuttu.

Biraz yol aldıktan sonra önüne bir kadın çıktı.  Ayyıldız kadınla selamlaştı:

Daha sonra da durumunu anlatmaya başladı:

-         Teyzeciğim, ben şerha gidiyorum. Çalışmam gerekiyor.

Yaşlı kadın şöyle cevap verdi:

-         Ben de şehre gidiyorum. İstersen beraber gidebiliriz. Şehirde ben sana yardımcı olurum.

Birlikte yola çıktılar. Yol boyunca sohbet ettiler. Ayyıldız yaşadıkları sıkıntıları anlattı.

Bir ara yorulduklarını hissedince bir su kenarındaki ağacın altında mola verdiler.

Nihayet şehre vardılar.

Ayyıldız, yanındaki kadınla birlikte bir lokantada yemek yediler. Yemekten sonra kadın ona şöyle dedi:

-         Ben bu şehirde büyüdüm. Buraları iyi bilirim. Zengin bir kadın ile onun çok huysuz bir atı var. Sen de gördüğüm kadarı ile atlardan iyi anlıyorsun. İstersen onların çiftliğinde seyis olarak çalışabilirsin. Bu işten çok para kazanırsın.

Ayyıldız bu habere çok sevindi ve hemen çiftliğe gitmek istediğini söyledi.

Yaşlı kadın, öyleyse seni hemen çiftliğe götüreyim, dedi ve yola koyuldular.

Çiftliğe vardıklarında Ayyıldız şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibi oldu. Hayatında hiç bu kadar büyük ve güzel bir çiftlik görmemişti.

Çiftliğin girişinde kahyaya geliş sebebini anlattı.

Kahya bu isteğinizi hanımımla görüşmeniz gerekir diyerek onları çiftlikten içeri aldı.

Zengin kadın yaşlı kadın ve Ayyıldız’ı küçümseyen tavırlarla süzdükten sonra konuşmaya başladılar.

-         Siz mi seyislik yapacaksınız?

Ayyıldız:

-         Evet, ben atlardan çok iyi anlarım. Seyislik yapabilirim.

-         Ben çok titiz bir hanımım. Eğer bir yanlış yaparsan seni kovarım. Üstelik atlarımdan bir tanesi çok huysuzdur. Ama o atımı da çok severim. Onun için çok seyisi işten kovdum. Eğer onu yola getiremezsen seni de kovarım.

-         Merak etmeyim efendim. Ben bu işte çok iyiyim.

 

-         O zaman göster marifetini.

 

Yaşlı kadın Ayyıldız’ı çiftlikte bırakarak evine döndü.

Ayyıldız, hanımı ile birlikte atların bulunduğu yere geçti.

Ayyıldız atların nasıl uysallaştığını iyi biliyordu. Hanımına dönerek şöyle dedi:

-         Siz hiç merak etmeyin. Ben bu atınızı da yola getiririm.

Hanım aylacı bir sesle seslendi:

-         Göreceğiz bakalım.

Ayyıldız’ı orada bırakarak eve döndü.

Ayyıldız kısa sürede atı uysallaştırdı ve onunla dost oldu. Çünkü ona çok içten davranmış ve sanki at da onun bu niyetini anlamış gibiydi.

Bu sırada kendisinden iki yaş büyük olan evin kızı Ayten ile tanışmıştı. İlk başta pek anlaşamasalar da sonra birbirlerini çeken bir duygu onları çok iyi arkadaş etti. Sanki iki kardeş gibiydiler.

Bu durum evin hanımının dikkatini çekmeye başlamıştı. Bu durumdan rahatsız oluyordu.

Ayten’i, Ayyıldız’dan uzaklaştırmak istiyordu. Ayten’e bu kızın iyi biri olmadığını söyledi ve Ayyıldız’ı kötüledi.

Ayten annesini üzmemek için onun gördüğü yerlerde Ayyıldız’a kötü davranmaya başladı. Ayyıldız bu duruma çok üzülüyordu.

Bir gün annesinin kendilerini takip ettiği bir anda Ayyıldız’a hakaret etti:

-         Sen bir köylüsün ve fakirsin.

Ayyıldız duyduklarına inanamadı ve ağlayarak cevap verdi:   

-         Sen benimle bir gün bizim köyümüze gel de anne kız nasıl olurmuş, gör. Dedi.

Ayten onu çok üzdüğünü anladı ve söylediklerinden pişman oldu.

Bir zaman sonra Ayyıldız’ın gönlünü almak için şöyle dedi:

-         Seninle hem köyünüze gelmek hem de annenle tanışmak istiyorum.

Ayyıldız duyduklarına inanamamıştı. Bu habere çok sevindi. Ama çiftliğin hanımından nasıl izin alacaklardı?

Ayten birkaç günlüğüne gideriz. Sonra geri döneriz, deyince gizlice yola çıktılar.

Köye yaklaştıklarında Ayyıldız çok heyecanlanmıştı. Çünkü bir yıldır annesini görmüyordu. Ayten ise hiç köy görmediği için etrafına şaşkın şaşkın bakıyordu.

Nihayet eve geldiklerinde Ayyıldız’ın annesi önce kızına sarıldı. Daha sonra ise dikkatle Ayten’e baktı. Sanki onu yıllardır tanıyor gibiydi. Tıpkı kızına sarıldığı gibi ona da sarıldı.

 

Bu arada çiftliğin hanımı Ayten’in Ayyıldız ile kaçtığını fark etti ve deliye döndü.

Hemen hazırlanıp Ayyıldız’ın köyüne gitti.

Köye vardığında şaşkınlık içindeydi. Çünkü bu köy yıllar önce bir dul kadının çaresizliğinden faydalanarak alıp götürdüğü kızın köyüydü.

Hayaller gözünün önünde uçuştu. Kendi kendine yaptığının yanlış olduğunu düşündü. Göz yaşlarını tutamıyordu. Yıllarca bir kadının zor durumundan faydalanarak kızından ayırmış ve ona hiç haber bile vermemişti.

Tedirginlikle o dul kadının evine doğru giderken Ayten’i orada göreceğinden emindi.

Eve yaklaştığında her şeyi daha iyi hatırladı. Evet evet. Bu, o evdi. Ayten’i aldığı dul kadının evi.

Heyecanla kapıya vurdu. Kapıyı Ayyıldız’ın annesi açtı. Bir müddet birbirlerine bakındılar. İkisi de birbirini hatırlamıştı. Bu sırada Ayten ve Ayyıldız da kapının önüne gelmişti. İkisi de kafasını önüne eğdi. Ancak çiftliğin hanımı onlara hiçbir şey demedi. Sadece dul kadına bakarak, “İçeri geçebilir miyim?” diyebildi.

Dördü birlikte içeri girdiler. Ve çiftliğin hanımı herkesin yanında geçmişteki o acı olayı anlattı. Ayten duyduklarına inanamaıyordu. Hışkırıklarla ağlamaya başladı. Yani, dedi “Benim gerçek annem siz değil misiniz?”

Herkes ağlıyordu. Bu kez Ayyıldız’ın annesi Ayten’e dönerek şöyle dedi:

-         Senin boynunda bir kolye olması gerekiyor.

Ayten hiç çıkarmadığı kolyeyi çıkardı:

-         Bu mu?

Evet, kolye oydu. Kolyenin kapağını açtıklarında içinden küçük bir not çıktı. Notta şu yazıyordu:

Kızım ben annen Ayşe. Bir gün sana kavuşacağım.

Herkes yeniden duygulanmıştı.

Çiftliğin hanımı bir kez daha pişmanlık dolu bir sesle geçekleri anlattı ve onlara hiç ayrılmamak üzere kendisi ile çiftliğe gelmelerini teklif etti.

 

Kısa bir sessizliğin ardından bu teklif herkes tarafından kabul edildi. Ayşe kadının yıllardır içindeki acı işte buydu. Ama o acı yıllar sonra mutlu bir şekilde sonlanmıştı.

            SON!
************************

GÖLDE PANİK

         Meriçler yine bir göç hazırlığına başlamışlardı. Babasının tayini bu kez Ankara’ya çıkmıştı. Bu yeni durumdan Meriç hiç de memnun değildi. Çünkü en sevdiği arkadaşı Ela’dan ayrılmak istemiyordu.

         Üstelik Meriç’in annesi Meltem Hanım ile Arkadaşı Ela’nın annesi Kübra Hanım da birbirleri ile çok iyi anlaşıyorlardı. Meriç ve Ela dört yıldır aynı sınıfta okuyorlar ve dört yıldır da aynı sırada oturuyorlardı. Onları tanımayanlar iki kardeş sanıyordu.

         Ama bu kez ayrılmak zorunda kalacaklardı. Üstelik de birbirlerinden oldukça uzak yerlere gideceklerdi. Meriç bu duruma çok üzülüyordu. Ama yapacak bir şey yoktu.

         İşte eşyaları dört yıl aradan sonra bir kez daha yüklenmişti. Meriçler artık yola çıkmak üzereydiler. Meriç, gözyaşları ile sarıldığı Ela’dan ayrılamıyordu. Aynı şekilde Meltem Hanım da Kübra Hanım’a sarılmış onlar da ağlıyordu. Babası ise arabaya binmiş onlara sesleniyordu:

-         Hadi artık bu kadar yeter. Yoksa hiç ayrılamayacaksınız.

         Uzun bir yolculuğun ardından Ankara’ya geldiler. Oturacakları ev büyük bir sitenin içerisindeydi.

            Meriç, evin  bulunduğu siteye ve evlerin büyüklüğüne şaşırmıştı. Çünkü daha önce oturdukları evler genellikle birkaç katlı binalarda olur ve birkaç odası bulunurdu. Bu site ise geldikleri kasabadan bile büyüktü.

         Birkaç gün içinde evlerine yerleştiler. Ama Meriç yeni çevresine alışmakta güçlük çekiyordu.

Dördüncü sınıfın ilk dönemi bitmek üzeriydi. Birkaç hafta sonra yarı yıl tatiline gireceklerdi. Bu arada sık sık arkadaşı         Ela’yı telefonla arıyor ve yeni okulu, arkadaşları, evleri hakkında sohbetler ediyorlardı.

Meriç’in babası sabah yedide evden çıkıyor ve eve döndüğünde saat dokuzu buluyordu. Annesi ise yeni komşularına alışmaya çalışırken Meriç de yeni arkadaşları ile kaynaşmak için ara sıra onları evlerine davet ediyordu.

Ela ise kasabada arkadaşı Meriç’i özlüyordu. Bir gün babasına şöyle dedi:

-         Babacığım, arkadaşım Meriç’i çok özledim. Yarı yıl tatilinde Ankara’ya gidelim mi?

Babası cevap verdi:

-         Olmaz kızım. Onlar daha yeni gittiler. Belki yazın olabilir.

 

-         Ama baba Meriç’le görüştüm. Onlar da bizim gelmemizi çok istiyorlar.

 

-         Kızım, işten izin almam mümkün değil.

 

-         O zaman beni gönderin. Onlar beni misafir e3derler. Arkadaşımı çok özledim.

 

-         Bakarız hele yarı yıl tatiline daha bir hafta var.

 

Ela babasının izin vereceğini anlamıştı. Babasının boynuna sarıldı ve teşekkür etti.

 

Nihayet yarı yıl tatili gelmişti. Ela ve Meriç’in aileleri yaptıkları görüşmelerle Ela’nın bir haftalığına Ankara’da Meriçlerin misafiri olmasını uygun görmüşlerdi.

Her iki arkadaş da sevinçten uçuyorlardı. 

Meriç, babası ile birlikte Ela’yı almak üzere tren garına gittiler. Meriç, Ela’nın trenden indiğini görmüştü. Babasının elini bırakarak koşa koşa Ela’nın yanına vardı. İki arkadaş üç ayın özlemi ile birbirine sıkı sıkıya sarılmışlardı.

Babası her ikisine de imrenerek baktı.  Ela ilk defa Ankara’yı görüyordu. Şaşkınlıkla etrafını seyrediyordu.

Hep birlikte eve geldiler. Meltem Hanım, Ela için yemekler hazırlamıştı. Hal hatırın ardından yemek yediler ve Meriç’in odasına geçerek uzun uzun sohbet edip ardından dinlendiler.

Sabah olduğunda ikisi de oldukça mutlu bir şekilde uyanıp kahvaltılarını yaptılar. Kış olmasına rağmen hava çok güzel görünüyordu.

Meriç’in babası kahvaltının ardından şöyle dedi:

 

-         Hava çok güzel görünüyor. Bu havada sizinle bir göl kenarına gidebiliriz. Gölbaşı tatil günlerinde çok güzel olur. Hep birlikte Gölbaşı’na gidelim mi?

-          

   Herkes çok sevinmişti. Özellikle Meriç ve Ela bu habere çok sevindiler. Meltem Hanım hazırlıklar yaparken çocuklar da sitenin bahçesinde oynamaya başlamışlardı.

 

     Nihayet yola çıktılar.

 

Gölbaşı’na geldiklerinde gerçekten de pırıl pırıl bir göl ile karşılaştılar. Kendileri gibi pek çok kişi de göl kenarında idi.

 

Hemen gölün kenarında kuşları, ağaçları, kayıkları, balık tutanları seyre daldılar.

 

Bu güzel ortamı hatıra defterlerine kaydetmek için gördüklerini yazmaya başladılar.

 

Bu sırada Meriç’in babası seslendi:

 

-         Haydi gelin sizi kayıkla gezdireyim.

Bu habere herkes çok sevindi.

      Meriç’in babası bir kayık kiraladı. Hep birlikte kayığa binip küreklere asıldılar.

         Bir süre neşe içinde kayıkla gezerlerken birden havanın bulutlandığını gördüler. Gölün ortasına kadar gelmişlerdi. Ardından sis de bastırmıştı. Artık gölün on metre ilerisini bile göremiyorlardı.

         Birden yağmur bastırmış ve fırtına kopmuştu. Gök yüzünde şimşekler de çakıyordu.

Rastgele kürek çekerlerken kıyıya yakın bir yerde kayık batmaya başlamıştı. Son bir hamle ile karaya atladılar.          Sırılsıklam olmuşlardı.

Meriç’in babası ve annesi çocuklara kuru kıyafet getirmek için eşyalarını koydukları yere doğru gittiler. Çocukları ise kuytu bir köşeye yerleştirip orada beklemelerini istediler.

Meriç ve Ela ise hem üşümüşler hem de korkmuşlardı. Üstelik hala yağmur yağıyor ve şimşekler çakıyordu. Üstelik sis de dağılmamıştı.

Anne ve babası gelmeyince Meriç Ela’nın elinden tutarak “Haydi biz de annemlerin yanına gidelim.”, dedi. Ancak sisten dolayı tam ters istikamete doğru gitmişlerdi.

Meriç’in anne ve babası çocukları bıraktıkları yere döndüklerinde onları orada bulamadılar. Bu durum ikisini de endişelendirdi.

Meriç ve Ela da hem yollarını kaybetmiş hem de üşümeye başlamışlardı.

Bir süre sonra sis ortadan kalktı.

Meltem Hanım ve eşi endişe içerisinde çocukları arıyorlardı

Ela ve Meriç yanlış yolda olduklarını anlamışlar ve gittikleri istikametten geri dönmüşlerdi.

Bu sırada Meriç, uzaktan kendi isminin seslenildiğini duydu. O da bütün gücü ile sesin geldiği tarafa doğru Ela ile birlikte koşturup bağırmaya başladı.

Fırtınaya rağmen sesin geldiği tarafa gidiyorlardı. Çünkü bir an önce onlara kavuşmak istiyorlardı.

Sesler,  artık oldukça yakından geliyordu.

 

      Nihayet birbirlerini görmüşlerdi. Çok yorgunlardı. Ama birbirlerini bulmuşlardı. O sevinçle birbirlerine sarıldılar. Güneş de yeniden bütün sıcaklığı ile kendini göstermişti.

         Bütün zorluklar geride kalmış göldeki panik mutlu bir şekilde sonlanmıştı.

 

 

 

derke� tnH�A`5Ga göreceğinden emindi.

Eve yaklaştığında her şeyi daha iyi hatırladı. Evet evet. Bu, o evdi. Ayten’i aldığı dul kadının evi.

Heyecanla kapıya vurdu. Kapıyı Ayyıldız’ın annesi açtı. Bir müddet birbirlerine bakındılar. İkisi de birbirini hatırlamıştı. Bu sırada Ayten ve Ayyıldız da kapının önüne gelmişti. İkisi de kafasını önüne eğdi. Ancak çiftliğin hanımı onlara hiçbir şey demedi. Sadece dul kadına bakarak, “İçeri geçebilir miyim?” diyebildi.

Dördü birlikte içeri girdiler. Ve çiftliğin hanımı herkesin yanında geçmişteki o acı olayı anlattı. Ayten duyduklarına inanamaıyordu. Hışkırıklarla ağlamaya başladı. Yani, dedi “Benim gerçek annem siz değil misiniz?”

Herkes ağlıyordu. Bu kez Ayyıldız’ın annesi Ayten’e dönerek şöyle dedi:

-         Senin boynunda bir kolye olması gerekiyor.

Ayten hiç çıkarmadığı kolyeyi çıkardı:

-         Bu mu?

Evet, kolye oydu. Kolyenin kapağını açtıklarında içinden küçük bir not çıktı. Notta şu yazıyordu:

Kızım ben annen Ayşe. Bir gün sana kavuşacağım.

Herkes yeniden duygulanmıştı.

Çiftliğin hanımı bir kez daha pişmanlık dolu bir sesle geçekleri anlattı ve onlara hiç ayrılmamak üzere kendisi ile çiftliğe gelmelerini teklif etti.

 

Kısa bir sessizliğin ardından bu teklif herkes tarafından kabul edildi. Ayşe kadının yıllardır içindeki acı işte buydu. Ama o acı yıllar sonra mutlu bir şekilde sonlanmıştı.

            SON!

****************************

UNUTULMAYAN YOLCULUK

          

“Elif Naz ve Ece yeni bir yolculuğa çıkmak üzereydi. Arkadaşları Canan her ikisinin de alnına parmağı ile dokunarak onların uykuya dalmalarını sağlayıp yeni bir yolculuğa gönderdi…

         Elif Naz ve Ece oldukça renkli bir kapıyı aralayarak uzun bir koridora girdiler. Ardından karşılarına dev bir ekran çıktı. Birden gök gürültüsünü andıran bir ses ile “ÇANAKKALE 1915” yazısı belirdi.

         Elif Naz heyecanlanmıştı. Ece’ye seslendi:

-         Acaba arkadaşımız Canan bizi neden buraya ışınladı.

Ece heyecanla seslendi:

-         Aslında biz bu filmi daha önce de sınıf arkadaşlarımızla izlemiştik. Bakalım bu filimde bizi neler bekliyor?

Ve film başladı:

         Gördüklerine inanamadılar. Kendi aralarında filmi değerlendirmeye başladılar.

Elif Naz:

-         Bu bizim izlediğimiz sinemadan çok farklı. Askerlerimiz Allah için savaşıyorlar ve bütün zorluklardan Allah’ın yardımı ile kurtuluyorlar. Çok etkileyici bir şekilde anlatılmış.

Ece:

-         Çok haklısın. Gerçekten de çok etkileyiciydi. Askerlerimizin çok az olmaları ve silahlarının az olmasına rağmen düşmanların attığı silahlar, top mermileri askerlerimizi geri adım attırmıyor. Hepsi ellerinde Kur’an, dillerinde Allah sözü ile zafere koşuyorlar.

 

Her ikisinin de gözleri dolu dolu olmuştu. Ece, Elif Naz’a en çok filmin hangi bölümünden etkilendiğini sordu:

 

Elif Naz anlatmaya başladı:

 

“Hani doktor getirilen yaralıları tedavi etmeye başlamıştı ya.” Dedi ve gözlerinden yaş akarak anlatmaya başladı.

 

“ Sahra Hastanesi’ne durmadan yaralılar taşınıyordu. Doktor askerlerin yaralarına bakıyor ve iyileşme ihtimali olanları tedavi masasına alırken çok ağır yaralı olanları ise ölümü bekleyecekleri kenarda bir yere almalarını istiyordu. İşte yine onlarca yaralı gelmişti. Masaya oldukça ağır yaralı olduğu belli olan bir askeri yatırdılar. Doktor, askerin durumundan oldukça ciddi yarası olduğunu anlamış ve onu bir köşeye çekmelerini istemişti ki  o asker inler şekilde seslendi:

-         Baba…

     Doktor o yaralıya baktı ki kendi oğlu.

Göz yaşlarını tutamadı. Ama sırada iyileşme ihtimali yüksek askerler bekliyordu. Üzgün bir şekilde seslendi:

-         İncitmeden bir ağaç gölgesine koyun.”

Elif Naz bu olayı yaşıyor gibiydi. Kendini tutamadı ve göz yaşlarına boğuldu.

Ece de ağlamaya başlamıştı.

“Evet çok haklısın. Dedelerimiz, vatanımız için inanılmaz fedakarlıklar yapmışlar.” Dedi.”

     Elif  Naz gözlerini açtığında okul vaktinin geldiğini gördü. Hemen hazırlandı ve heyecanla okul gitti.

       Ece de aynı duygular içinde okula gitti. Bir an önce yaşadıklarını Elif Naz ile daha sonra da bütün arkadaşlarıyla paylaşmak istiyordu.

    İkisi de sınıfa girer girmez gördükleri rüyayı anlatmak için öğretmenlerinden izin istediler.

     Sınıfta herkes bu iki arkadaşın yaşadıklarını merak eder ve onları bir elmanın yarısı gibi görürlerdi. Çünkü bazı rüyaları her ikisi de aynen görürlerdi.

                   İki arkadaş gördükleri rüyayı sınıfa anlattılar. Herkes çok etkilenmişti. Arkadaşları ve öğretmenleri Elif Naz ve Ece’ye çok teşekkür ettiler.

Aytuğ Nur KARABULUT

 

 

Editör: TE Bilişim