Kadına yönelik şiddetin kaynağı köleci toplumdan bu güne biçim değiştirerek ve elbette kapitalist toplumda daha da yaygınlaşıp artarak kendini sürekli var etmesinin temelinde emek sömürüsü en başrolü oynuyor.
 
       Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olan 25 Kasım'a bu yıl da kadın cinayetleri, tecavüzler, kadına yönelik şiddet politikalarının protestolarıyla, kitlesel basın açıklamaları yapılarak gerçekleşti.(Niğde deki demokratik kitle örgütleri, sendikalar bu 25 Kasımı da es geçerek alana çıkmadı)
 
       1960 yılında Dominik Cumhuriyeti'nde diktatörlüğe karşı özgürlük mücadelesi veren Mirabel kardeşler, diktatörlüğün askerleri tarafından tecavüz edilerek katledilirler. Mirabel kardeşlerin özgürlük için diktatörlük tarafından katledilişlerinin günü olan 25 Kasım, 1981'de Latin Amerika Kadın Kurultayı'nda, "Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü" ilan edilir. O günden bu yana her 25 Kasım'da emekçi kadınlar, erkek egemen kapitalist toplumun ve onun yarattığı şiddete karşı sokaklara çıkıyorlar.

        25 Kasım'ın gerçekte ne anlama geldiğini, daha doğrusu şiddetle mücadelenin içini doldurabilmek için biraz da tarihe ve kadınların yaşadığı şiddetin temelinde neler yattığına bakmak gerekiyor.
 
        Dünyanın farklı ülkelerinde kadına yönelik şiddet, biçim değiştirse de özünde aynı temel kaynaktan besleniyor. Dinci gericiliğin rengini verdiği kapitalist diktatörlüklerde, kadın "erkeğin malı" olarak eve hapsedilerek tüm bir yaşamını dört duvar hücre içinde geçirmeye zorlanıyor. Peçeyle "namusu" ve "kadınlığı" örtülen kadın, ev içi ücretsiz köle gibi çalışırken, hem sisteme ucuz işgücü üretecek ve aynı köleci zihniyetle yeni nesiller yetiştirecek bir üreme makinesi olarak görülürken, bu hücreden çıkmaya çalışan her teşebbüs ağır biçimde “cezalandırılıyor”. Kadına şiddetin daha belirgin gözüktüğü Suudi Arabistan, İran gibi coğrafyalarda dinci gericilik, sistemin asıl özünü de perdeleme işlevi görerek, sömürüye kılıf geçiriyor.

        Daha batıya gittiğimizde ise, "modern" ve "uygar" emperyalist-kapitalist ülkelerde kadına dönük şiddet daha da dolaylı yollarla kendini gerçekleştirerek gizlemeyi becerebiliyor. Oysa yaşananlar bu ülkelerde de kadına dönük şiddetin hiç de azımsanmayacak bir şekilde gerçekleştiğini gözler önüne seriyor. Batının "uygar" kapitalist toplumlarında daha örtülü gerçekleşen şiddet kendisini, kadının ucuz işgücü olarak görülmesinde, bedeninin ve cinsel kimliğinin metalaştırılmasında, işyerinde uğradığı taciz ya da mobbingte kendini gösteriyor.
 
      Yapılan araştırmalar, Avrupa ülkeleri ve ABD'de de kadına dönük şiddetin arttığını gösteriyor. Bu ülkelerdeki göçmen kadınların ya da siyah kadınların -farklı bir etnik kökenden gelen kadınların- uğradıkları fiziksel ve psikolojik şiddet de meselenin başka bir yüzü. "Uygar"lığın perdesini yırtarak, sömürünün olduğu her yerde ezilen cins, ulus ve sınıfa karşı şiddetin de kaçınılmazlığını görüyoruz.
 
        Türkiye'de yapılan araştırmalar kadına dönük şiddetin son 10 yılda yüzde 1400 oranında bir artış gösterdiğini açıklıyor. Bakanlığı'nın verileri bile, 2002 yılında öldürülen kadın sayısının 63 olduğu belirtilirken bu sayı 2009'da bine yaklaşıyor.
 
        Birkaç örnek verirsek, kadına ve hatta kız çocuklarına dönük gerçekleşen pek çok tecavüz olayında, tecavüzcüler Adli Tıp ve mahkemeler tarafından aklandı, hapis cezaları almadan kurtuldular. Pek çok kadın cinayetinde, katledilen kadınların emniyete defalarca şikâyette bulundukları fakat hiçbir şey yapılmadığı ortaya çıktı. Yine pek çok kadın cinayetinde, katiller, sistemin kendi elleriyle "aklandılar" hiç denecek hapis cezalarıyla kurtuldular. 

       Tüm bunlar fiziksel şiddetin boyutunu ve faillerin sadece erkekler değil, kadının katlinin zeminini hazırlayanın kapitalist sistem olduğunu gösteriyor. Kadının uğradığı şiddet bununla da sınırlı kalmıyor, kapitalizmin toplumsal olarak sömürüyü ve karını arttırmak üzerinden yürüttüğü top yekûn saldırının ilk hedefinde de kadınlar yer alıyor.
 
      Eğitim sisteminin gericileştirilmesi, iş yaşamının esnekleştirilmesi ve güvencesizleştirilmesi ilk kadın. Emekçileri vurması bakımından da düşündürücüdür. Aslında bütünlüklü düşünüldüğü zaman kadının özgürleşme mücadelesinin, şiddete karşı mücadelesiyle ortaklaşarak yürütülmesi gerektiği gösteriyor.
 
     Kadına şiddeti, kadın cinayetleriyle sınırlı gören ve hatta bunu bile görmeyen kapitalist sistemin buna karşı tek çözümü de kadının üzerine takılacak bir çipte görmesi elbette şaşılacak bir durum değil.
 
      İşsizliğin, gelecek kaygısının hâkim olduğu, köle gibi çalışmakla açlıktan ölmek arasına sıkışmış bir toplumda, toplumsal cinnet ve bunalımın artması ve bunun şiddeti doğurması kaçınılmazdır.
 
      Bu düzenin efendilerinin kadını kurtarmaya dair herhangi bir kurtuluş reçetesi ya da perspektifi olamayacağını öncelikle kadınlar tarafından bilinmelidir. Çünkü kadına şiddeti doğuran koşulların hepsi kapitalizmin olmazsa olmazı, onun varlık koşullarıdır. 
 
     Dominik Cumhuriyetinde Miraibel kardeşlerin yaşadığı saldırı ve katliam tüm emekçi insanlığın özgürleşme mücadelesine de yapılmış bir saldırı olarak kavrandığında daha anlamlı olacaktır. 
 
      Evet, kadının özgürlüğünü kazanması ancak özgür olmadığını bilince çıkararak önce kendi kafasında kendisini hapsettiği hücreden kurtulmasıyla başlar. Bu henüz ilk adımdır, arkası gelecektir. Kadının özgürlüğü, üreten ellerindedir, kendinin ve tüm insanlığın kurtuluşunu bu ellerle mümkün olacaktır.