Kışın habercisi böylesi günlerde dağlara yağmış karın “ayazını” getiren rüzgâra karşı yürümekten büyük haz alırım. Lakin korkarım ciğerlerimi üşütüp “zatüre” olmaktan. Ve fakat o soğuk dağ rüzgarıyla mest etmek için vücudumu yinede birkaç yüz adım inat ve ısrarla yürürüm.
 
      Bazen yalnızca gökyüzündeki bulutlara bakarak yürümenin ne denli keyifli olacağını düşünürüm. Lakin korkarım bir yere çarpıp kafamı gözümü kırmaktan. Ama yinede “bir 15-20 adım yürü” telkinleriyle, 3-4 adımda göz ucuyla kaçamak bakışlar atarak da olsa yürümeden edemem.
 
      Rutinin dışına çıkmak insanı genelde korkutur. Ev, iş, çevre, siyaset ritmi rutinin dışına çıktı mı? Korku tamtamları tam gaz çalmaya başlar. Gökyüzündeki bulutları, yeni doğmuş dolunayı seyretmenin zevkini unutturur insana. Hâlbuki binlerce yıllık insanlık tarihi aya türlü türlü anlamlar yüklemiş, ona ulaşmak için on binlerce yıllık uğraş vermiş ve 20. Yüz yılın 1969 senesinde büyük “riskler” alarak bu muradına ere bilmiştir.
 
       Bu satırların yazarı hiç med-cezir (deniz suyunun yükselip alçalması vakası) görmedi. Medcezirle ay arasındaki ilişkiyi ilk gözlemleyenlerin aya ilahi bir güç atfetmesi de hep anlamaya çalıştı. Her yıldızı ayrı bir tanrı olarak görmek, empati kurunca yadırgatıcı olmaktan çıkıyor. En büyük tanrı Zeus’u en büyük gezegen Jüpiterle, Ares’i Mars’la, Poseidon’u Neptun’la vs. eşleştirilmesi de şaşırtmıyor beni. Belki o zaman yaşamış olsaydım ben de başka türlü olabileceğini düşünerek “risk” almazdım. Ya diyorum o insanlar şimdi yaşıyor olsaydı ve aynı düşünce kalıbında olmayı inat ve ısrarla sürdürselerdi nasıl bir “risk” alırlardı?
      Yüzyıllarca insanlar, ay ötesi evrenin mükemmelliğine inandılar. Her türlü kötülük ay ile dünya arasındaydı ki, zaten ay ötesi evrenin mükemmelliği de tanrının bir yansımasıydı. Aynı tanrının bir yansıması da, sayılarda kendine yer buldu. Tüm uzunluklar rasyonel ve doğal sayıların toplamı olarak hesaplanabiliyordu. Pisagor sayılardaki mükemmelliği “tanrı sayıdır” diye formüle etti.
 
       İlk mükemmelliği bir kuyruklu yıldız alaşağı etti. İkincisini de tarihin garip bir cilvesi olarak bizzat Pisagor’un kendisi. Bir karenin köşegeni hiçbir rasyonel sayıyla ifade edilemeyecek kadar irrasyoneldi. Ama insanın, “tanrının mükemmelliğini” görme arayışı hiç ara vermedi. O anki bilinenler oranında mükemmel varsayılan şeylerin defoları ortaya çıktıkça tanrı da somuttan “soyut” bir kavrama doğru evrim geçiriverdi.
 
        Bazen kendimi “aynı şeye bakarak bu kadar farklı sonuçlar çıkarmamız üzerine düşünürken bulurum” kendimi. Bir de klişe yanıtım vardır: “Aynı sudan içen ben değiştiğime göre, o niye değişmesin ki?”. Dedim ya dağa yağmış karın ayazını getiren rüzgâr gibisi yok. Lakin “zaatüre riski var!
 
       Kendi klişelerimin esiri olmamak için, şimdi çok yavan görünen bu cevapla hesaplaşmam gerektiğini hissettim. (Pisagor okulundakiler bir süre karekök ikiyi sakladılar. Ve muhtemelen rüzgârlı bir akşamın sabahında kendi dogmalarıyla hesaplaştılar.)
 
     “Niye değişsin ki?”. Ufku kadar bir dünyada yaşıyorsa insan, daha büyük bir dünyada yaşamayı hak ettiği için. “Ya mutluysa yaşadığı küçük dünyada, niye riske atsın ki, büyüterek dünyasını?”. Bu daha büyük bir risk değil mi? İnandığın, değer verdiğin şeyler, yaşamının bir aşamasında, büyük ihtimalle de, yaşamının büyük bir kısmını geride bıraktıktan sonra yıkılıyorsa.
 
      Peki, risk neydi? Efendisini kızdırma riskini göze alamayan bir köle ne kadar mutlu yumabilirdi ki gözlerini hayata. Gibbon’un Roma Tarihi’nden sadece bir örnek, bir düğünde hediye olarak verilen 180 köle. Milyonların içinden 180′i. Ay ötesi evren tezinin başka bir versiyonu olarak, vahşiliğin katmerlisini geçmişe iteleme eğilimimiz var. O zamanlar öyleymiş! Aslında 2013 sayılarına göre dünyada şu an 30 milyon köle olduğunu bilmesem ikna olabilirdim. O zamanlar Protestanlarla Katolikler 100 yıl birbirini doğrayıvermiş. Zorlarsak duyabileceğiz bir Sünni camisine atılan bombanın sesini, dayanırsa yüreğimiz görebileceğiz Şii olduğu için gırtlaklaman bedenini.
 
      O zamanlar veba gibi hastalıklar Avrupa’nın nüfusunun karekökünü almış. 16.03.2013: Güney Afrika, ülkede ilköğretim çağındaki kız öğrencilerin yüzde 28′inin AIDS hastalığına yol açan HIV taşıyıcısı olduğunu açıkladı. Ayrıca o zamanlar laboratuar ortamında üretilen “ebola” gibi virüsler de yoktu.
 
      Hangisi risk? Kafandaki soru işaretlerini dogmadan bir kasaya kilitleyip sızmaması için TV’ye bakmak yâda lıkır lıkır içmek mi? Yoksa seni nereye götürürse götürsün sorularının cevabını aramak mı?
 
      Sahiden, hangisi risk? Vuslatın aşkı öldüreceğine inanan bir derviş ruhu mu? Bu platoniklikle bağını koparıp reddedilme pahasına aşkın ilan edilmesi mi? Delisi olan mı? Ölüsü olan mı? Sadece yürümek isteyen mi? Bir yere varmak isteyen mi? Kaybettiğini bile bilememek daha büyük bir risk değil mi?