Eğitim Bilimleri ülkelerin gelişmişlik düzeyinin toplam nüfusun ne kadarının okur-yazar olduğu gerçekliğinden hareketle ve elbette yanı sıra daha birçok istatiksel verileri inceleyerek belirler. Okuma, yazma eylemi bu denli önemli bir kriter olmasına rağmen okuyana hele, hele de yazana pek iyi gözle bakılmaz. Bu bakılmazlığın temel nedeni elbette egemen kültürün baskıcı politikalarından kaynaklı olarak “okuyanı-yazanı” rutin dönemler halinde zindanlara doldurması, toplum nezdinde kriminalize etmesi, yalnızlaştırması, kitapları yasaklaması gibi uygulamalarının etkisi başat sebeptir.
 
      Egemenlerin böylesi ağır bombardımanı altında bilinç bulanıklığı yaşayan toplumun ekseriyetle si “Aman sen de. Bir sana mı / bana mı kaldı?”, Bir senin/benim yazmamla bir şey olmaz.”, “El âlemin akıllısı/delisi ben miyim/sen misin?” “hala mı yazan laa..?”, “Sen mi kurtaracaksın/düzeteceksin?” Benzeri sorular yönelterek okuyanı, okuyandan daha çok ta yazanı abluka altına alma eğilimi içerisine giriverirler. Bu satırların yazarının da sıkça karşılaştığı bu türden ablukalar en çok gerçekten seni sevdiğini iyi bildiğin, sevgisinden kaynaklı korumacı mantıkla yukarıdaki sözleri edenlerden gelince üzülüyor insan.
 
      Yaşadığım, içinde bulunduğum ortamları iyi gözlemlerim, yaptığım tüm okumaları kendi akıl süzgecinden geçirir yaşamla (pratikte) uyumlu olup olmadığını takip ederim. Tüm bu entelektüel çıkarımlardan bana kalanları da yazarak insanlarla paylaşmak isterim. Ülkemizin her köşesinde yetişen her çiçeğin renginde kokusunda emek, kardeşlik, dayanışma, paylaşma, bir arada olma aklı ve mücadelesi vardır.
 
      Üzerinde yaşadığımız coğrafya bu gününe inat “ değişkenlik, çeşitlilik ve zenginliklerle” kendini var etmiş, insanlık tarihi boyunca düşüncenin, bilimsel yaklaşımın, felsefenin ve sanatın çıkış yeri olmuştur. Geçmişinde insanlık ailesine en güzel yazılı ürünleri bu coğrafyada yaşayan insanların sunduğunu bilinmesine rağmen yazandan okuyandan şimdilerde korkulmasının, yazdırmamak, okutmamak üzerine kurulu söylemlerle abluka altına alınmayı kabullenmek zor.
 
      Anadolu coğrafyasının yetiştirdiği dünya insanlı ailesi içerisindeki saygın yerini şiirleriyle hak etmiş büyük şairimiz Nazım Hikmet’in dizeleriyle yazımıza devam edecek olursak “kabahatin” kimde olduğunu okumaktan ve yazmaktan neden korkulduğunu sorularının yanıtlarını bulacağınızı ümit ederim.
 
“Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende.
 Ve açsak, yorgunsak,
 Alkan içindeysek eğer
Ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
Kabahat senin, — demeğe de dilim varmıyor ama —
Kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”
 
     Şimdi bende tüm açık yürekliliğimle yazımın başındaki soruları bana yöneltenlere en yakınımdakilerden başlayarak sormak istiyorum. Peki, siz neden okumuyor, yazmıyor ve düşüncelerinizi açık açık ifade etmiyorsunuz? Yoksa sadece kahvehanelerde, “D bir sahalarda”, “çalı diplerin de”, bağ evlerinde sadece konuşuyor olmaktan bıkmadınız mı?
 
    Evet, bu aymazlıkla gün be gün köşenize sinip susa kalır, ülke ve dünya gündemiyle ilgili konuları yalnızca “fısıltı gazetesinden” edindiğiniz bilgilere göre kısır bir şekilde değerlendirip, dünyada tek başınıza kalsanız da doğruları savunabilecek gücü kendinizde bulamayarak “sana mı / bana mı kaldı?” sorularıyla kendinizi kandırırsınız.
 
     Ben yaşadığım sevgi kaynaklıda olsa tüm ablukalara rağmen duygu ve düşüncelerimi her ortamda net bir biçimde ifade edebilmek için okumaya–yazarak anlatmaya inat ve ısrarla devam edeceğim.