Günümüzde erkek egemen sistem tarafından iki kere sömürülen, yok ve hor görünen kadın sorunu hakkında 8 Mart yaklaşırken kalem oynatacak, söz edecek insan sayısında yoğunluk yaşanacağı gerçekliğinden hareketle “kadın hareketinin” tarihsel kökenleri hakkında bilgi sahibi olmamızda yarar var diye düşünenlerdenim.
 
     Üretici güçlerin gelişmesiyle beraber 1700’lerin Avrupası’nda kapitalizmin doğum sancıları başlamış oldu. Feodalizmin sınırlarına gelip dayanan ve kendisine çıkış yolları arayan kapitalizm, Avrupa ülkelerinin siyasal-toplumsal yapısında çalkantılara yol açıyordu. 18. yüzyılda İngiltere maddi bir güç konumuna ulaşıp sanayi devrimini gerçekleştiriyorken, Fransa, aydınlanmacılığın da etkisiyle kültürün merkezi oluyor ve bu süreçte olgunlaşan “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” kavramları zenginlerin elinde bayraklaşarak arkasına işçi ve köylüleri toplamayı başarıyordu.
 
     Kral ve kraliçenin giyotine giden başları üzerinden iktidarlarını perçinleyen Fransız zenginleri, kapitalist gelişimin önündeki feodal engelleri kaldırıyor, tabanını daraltma yoluna gidiyor ve zamanla sağa kayıyordu. Bu sağa kayışa karşı bir çok direniş ve ayaklanma gerçekleştirilmiş ve Bonaparte komutasında yapılan askeri darbe ile isyancılar bastırıla bilmiştir. Fransız (1789-1799) Devrimi günlerinde kaleme alınan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nin etkisi ve Fransız Devrimi’nin ardından gelişen “liberalizm”; Fransız topraklarını aşıyor, Bonaparte’la birlikte birçok Avrupa ülkesine seferler yoluyla da olsa girmeyi başarıyor ve bu ülkelerde siyasal çalkantılara yol açıyordu. Her ne kadar “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” ilkeleri Fransız devriminde bayraklaşarak yayılsa da bildirgede var olan “insan” hakları gerçekte “erkek” hakları olarak kalıyor ve Fransız devriminde “özgürlük” uğruna çarpışan kadınlar; özgürlüğün salt zengin sınıfının erkekleri için “özel mülkiyet özgürlüğü” olduğu gerçeği ile beraber savaşımlarına devam ediyorlardı.
 
     Tarih, Fransa’da 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başında iki farklı sınıfın kadınlarının hareketine; burjuva kadın hareketine ve işçi kadın hareketlerine sahne oluyordu. Ve bu iki sınıfın kadınlarının talepleri ve mücadele yöntemleri ait oldukları sınıfının karakterine göre şekillenmekteydi.
 
      Zengin kadın hareketinin, özel mülkiyet hakkıyla herhangi bir sorunu bulunmuyordu. Burjuva kadın hareketi, bu hakkın salt burjuvazinin erkek temsilcilerine verilmiş olması ile ilgilenmekteydi. Kurucu mecliste kadınların temsil hakkını ünlü “kadınların giyotine gitme hakkı varsa, söz söyleme hakkı da vardır” sözüyle açıklayan dönemin burjuva kadın öncüleri, kurucu mecliste yer alan sınıfların temsil farklılıkları ve bu farklılıkların sonucu işçi sınıfının seçme ve seçilme hakkından mahrum kaldığı gerçeğiyle ilgilenmiyordu. Burjuva kadınlar için “eşitlik” sınıf “kardeşi” oldukları burjuva erkekleriyle eşit olmayı içeriyor, “özgürlük” ise burjuvazi için özel mülkiyet özgürlüğünü tarifliyordu.
 
     Zengin kadın hareketi, seçme ve seçilme hakkı ile birlikte arasında aile içindeki despotik erkek egemenliğine karşı bir yasa, siyasi özgürlük, eşit haklar ve boşanma hakkının tanınmasına ilişkin taleplerin de yer aldığı istemlerini “kadın hakları bildirgesi”nde taçlandırmıştı. Kraliçeye sunulmak üzere kaleme alınan bu bildirgede dönemin burjuva kadın hareketi temsilcilerinden Olympe de Gouges şöyle sesleniyordu: “Bu devrim, bütün kadınlar acınacak alınyazılarının ve toplumda kaybettikleri haklarının bilincine varmadıkları sürece tamamlanmış olmayacaktır.”
 
      Zengin kadınlar talepleri çerçevesinde mücadelelerini meclise dilekçe vererek, temsili hükümet döneminde ise kurucu meclise temsilci heyetler gönderip siyasi kulüplerde çalışarak sürdürüyorlardı. Feminizmin ilk işaretlerini barındıran dönemin burjuva kadın hareketi, liderlerinin giyotine giden başlarıyla beraber temsil hakkı elde edemeseler de toplumsal hayat içerisinde birçok kazanım elde etmeyi başaracaktı.
 
       İşçi kadınlar ise boşanma hakkı, temsil hakkı gibi burjuva kadınlarının taleplerini reddetmiyorlardı. Ancak işçi kadın için “ekmek” öncelikli talep olmaktaydı. 1700’lerin sonunda işçi sınıfının maddi koşulları bu talebi yaşamsal kılmaktaydı.
 
“1726-1791 tarihleri arasında ortalama bir işçi gelirinin yarısı sadece ekmek satın alınması için harcanmaktaydı. 1788-1789’da bu harcama miktarı yaklaşık yüzde 60’ına, kıtlık ve aşırı fiyat yükselişlerinin gerçekleştiği 1789 yılında yüzde 88’e ulaşmıştı... 1789 ile 1795 arasındaki “ekmek ayaklanmalarına” kadınlar kitlesel olarak katılmışlardır.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 1/ Fasikül 1)
 
     İşçi kadınlar, önce burjuvazinin arkasında çarpışmışlar, devrimin gelişim aşamasında burjuva kadınlarının Jirondenleri destekleyen tutumlarının aksine, Jakobenler’in öfkeliler kanadını destekleyerek kulüplerde ve derneklerde örgütlenme yoluna gitmişlerdi. Devrim sağa kaydıkça hedef haline gelen işçi sınıfının kadın fertleri 1796’dan sonra evlerine ve kiliselere dönseler de 1830’larda tekrar sokaklara çıkacaklar ve bu kez ait oldukları sınıf için, kendileri için dövüşeceklerdi...
 
Sonuç yerine...
 
     1700’lerin sonundan 1800’lerin başına uzanan bu savaşımda Fransız işçi sınıfının güzide evlatları Lyon barikatlarında “Çalışarak yaşamak ya da savaşarak ölmek!” diyerek cesurca çarpışacaktı. Ve elbette ki bu onurlu sınıfın kadın fertleri de barikatların en önünde göğüs göğse vereceklerdi mücadelelerini.