Ali Babacan ağzından Antalya da gerçekleşen G20 zirvesi sonunda net bir biçimde ifade edildiği üzere yoksul zengin makası gittikçe açılmakta. İşsizlik katlanarak büyüyerek sistemden hoşnutsuz kitleleri çoğaltmakta. Aynı sözleri Koç holding sahibi Ali Koç ta dillendirmekte.

     Metal grevlerindeki konumlanışlarını ya da daha yakın örnek olarak Divan’dan atılan işçilerin varlığını bilmesek Koç’un sınıfına ihanet ederek ince bir kapitalizm, en hafifinden neoliberalizm eleştirisi yaptığını sanacağız. Hatta bu konuşmadan burjuvazinin en büyüklerinin (keza o toplantıda TİSK Başkanı da benzer cümleler sarfetti) neoliberal birikim politikalarının sürdürülemezliğinde karar kılıp, Keynes’in (ah sosyal devletçilik!) ruhunu geri çağırmaya giriştiklerini de düşüneceğiz. 

      İşin özü Koç, egemenlerin sömürü hırsı ve aslında tarihsel olarak buna adeta zorunlu olmasıyla, özellikle son on yıllarda baş döndürücü bir hız kazanan sosyal yıkımının yarattığı büyük toplumsal patlama dinamiklerinin dikiş tutmaz bir noktaya ulaştığını itiraf ederek, kendileri açısından çalan tehlike çanları karşısında alınacak önlemlerin yakıcılığına vurgu yapmış oldu. 

      Bu önlemlerse Koç ne kadar “işçi dostu” havalarına girerse girsin kesinlikle işçi ve emekçileri bir nebze de olsa rahatlatacak önlemler değildir. Zaten burjuvazinin kolektif temsilcisi devletinin yapıp ettikleri de bunun açık ifadesidir. Ya da tek başına Koç’un Divan’da sendikalaşmaya çalıştıkları için işten attığı işçiler onun “önlemden” ne anladığının somut göstergesidir de diyebiliriz. 

     Sözün kısası Koç’un ‘ak’ dediğini aslında kara olarak okumak gerektiğini, sol gösterirken sağ vurmaya hazırlandığını ve aslında bunu yapmak zorunda olduğunu, sonuçlarının gelecekte kendileri açısından neler doğuracağını öngörmenin paniğine kapıldığını söylemek bir niyet okuması olmayacaktır. Hayatın nesnel gerçekleri ortada. 
Krizin ayak seslerinin gürültüsünü Merkez Bankası ile bilerek keskinleştirdiği faiz tartışmaları parodilerinden oluşan gerilimle perdelemeye, olacaklara adeta günah keçisi bulmaya çalışan Tayyip Erdoğan’ın halet-i ruhiyesi de Koç’unkiyle aynı korkulardan besleniyor. Bu korkular Başbakanlığın metal grevlerinin yasaklanmasına ilişkin Danıştay’a sunduğu “savunmada” da açıkça dile geliyordu. Hükümet, burjuvazi adına yaptığı savunmada özünde, “daha ucuz işçilik olmazsa tekellerimiz uluslararası rekabet koşullarında ayakta kalamaz” diyordu. 

      Bu açıdan da Koç’un dile getirdikleriyle yapıp ettikleri arasındaki uçurum riyakârlığın tavan yapmasından başka bir şey değildir. İşin aslı, hükümetin o savunmada dile getirdikleridir: Sermaye birikiminin büyütülmesi zorunluluğunun daha vahşi ve kuralsız bir sömürüyü dayattığı, bunun için işçi sınıfının elinde kalan son hak kırıntılarının da dibine kadar kazınacağı, grev hakkının gasp edilmesi de dahil sınıf içindeki en küçük kıpırdamaya bile izin verilmeyeceğidir. Bu aynı zamanda doğanın, kentlerin, taşın, toprağın kısacası sermaye birikimini büyütmenin aracı olabilecek her şeyin vahşice yağmalanacağının da ifadesidir. 

     “İç Güvenlik Paketi” bu zorunluluk ve onun yaratacağı toplumsal patlamalardan duyulan korkunun saf ifadesi olarak anlam kazanırken, Kürt sorununda yapılan son atraksiyon da -elbette ki başka boyutlarıyla birlikte- bu noktada yerli yerine oturmaktadır: Daha kapsamlı patlamalara dönük oldukça kapsamlı bir hazırlıktır söz konusu olan. O açıdan da gerek Kürt sorunu gerekse işçi emekçi hareketi açısından Koç’un ya da hükümetin söylediklerine değil yapıp ettiklerine bakmak gerekir. 

      Nasıl ki Koç işçiler için “kaygı ve üzüntülerini” dile getirirken hayatın gerçek dilinden farklı konuşuyorsa, hükümet de Kürt sorununda yeni bir “çözüm” atraksiyonu yaparken aslında bölgesel düzeyde başka bir hamleye hazırlanmaktadır. Esasında bu da sermaye birikimi ihtiyacından bağımsız olmadığı gibi, yayılmacı hedeflerden de azade değildir. Tercümesiyse, Kürt hareketini çözerek aslında bölgesel düzeyde yapmak istediği açılımın önünü temizlemek, yerlerde sürünen prestijine kısmen de olsa çekidüzen vermektir. 
       Zaten aynı dönemlerde IŞİD’e karşı Musul’da yapılacak operasyonlara katılmayı kabul ettiğine dair haberlerin çıkması da boşuna değildir. Bunu yapabilir mi? Bizce onu kendisi de bilemiyor. Ne var ki, atraksiyonun en azından seçimler öncesinde nispi bir rahatlama sağlayacağından emin olduğu açık. Nitekim bu denemede de hayat “süreci” başka yere sürüklerse yaşanan bu sıkışmalardan da yola çıkarak çok rahat söyleyebiliriz ki, önünü açmak için en kanlı planlarını devreye sokmaktan geri durmayacaktır. Tarihsel zorunluluklar onu buna adeta mecbur bırakıyor. 

      Bu noktalardan baktığımızda sermaye egemenliğini devam ettirmek için devlet eliyle önümüzdeki günler için bize gerçek bir cehennem hazırlamak ve buna vereceğimiz tepkileri ezecek bir güç toplamakla meşgul diyebiliriz. Bu bizim de yürüyeceğimiz/yürümemiz gereken yolu açıkça gösteriyor: Genel Grev Genel Direniş.