Siyaset dışı olduğu varsayılan özel/kişisel alana son dönemlerde AKP hükümeti tarafından yapılan doğrudan müdahaleler feministlerin meşhur "kişisel alan politiktir" sloganının ne anlama geldiğini bize yeniden hatırlattı. Hane içinde normatif aile ilişkileri dışında icra edilen başka tür müşterek hayatlara yapılmak istenen bu müdahaleler, siyaset teorisinde analitik değeri bile çokça tartışılır olan özel-kamu; kişisel-toplumsal ve hane-sokak ayrımları yeniden sorgulanması ihtiyacını doğurdu. Hatta çoğumuz “kişisel olan politik değil kardeşim” deyip liberal tahayyülün fabrika ayarı olan kişinin “tercih” hakkına, yani “bu benim dünyam” şiarına sığınalım istedik. 
Başka bir deyişle, sırf bürokratik alanı, kamusal mekânları, yargıyı, okulu, sendikayı, medyayı, meydanları, ormanları ve nehirleri sömürgeleştirip zapturapt altına almakla kalmıyor bu şirket-devlet; aynı zamanda denetimden ve piyasadan görece uzak kalmış özel mekânlar da kalsın istemiyor. Bu şirket gözü ile yönetilen devlet, makbul olarak gördüğü aile ve cemaat dışındaki müşterek hayat biçimlerini, akrabalık dışında kalan dayanışma biçimlerini ve hane içindeki (ve dışındaki) spontane (ve heterotrofik) kamusal pratikleri kendi ikbaline karşı bir tehdit olarak görüyor. 
Bu arada belirteyim, liberal toplumda kişinin tercihi olarak görünen aslında hep başkasının (düzenin) tercihidir, çünkü bu tercihler daha önceden toplumsal normlar (aile), piyasa (mahalle) ve devlet tarafından yapılandırılmış, sınıflandırılmış ve sınırlandırılmıştır. Malum, liberal devletler de topluma ayar vermekten geri durmaz, ama bu ayarı polis zoruyla belli bir sosyal öznelliği zorla dayatarak yapmaz, daha dolaylı teşvikler, özendirmeler ve engeller üzerinden çok daha “şık” biçimde yaparlar. Diğer bir deyişle vatandaşın kendi kendini denetlemesini ve başkasıyla olan ilişkisini idare etmesini sağlarlar. Bu işlemi öyle çaktırmadan yaparlar ki vatandaş ötekinin tercihini kendi tercihi zanneder.
Başka bir deyişle, toplumun düzeni, nüfusun ve emeğin yeniden üretimi polis gücüyle değil toplumun aileleşmeye özendirilmesi üzerinden daha iktisadi ve daha sorunsuz işler. Bu anlamda şirket devletin temel sloganı “aileyi yaşat ki devlet yaşasındır diyebiliriz. Böylece, devlet çok kaynak ve insan zayi etmeden ve fazlaca yasal düzenleme yapmaya gerek duymadan yukarıdan aşağıya çok ince, mikro ve makro düzeylerde bürokratik bir denetim rejimi kurabilmektedir. Böylesi hiyerarşik bir düzenin idaresi çok daha ekonomik, çok daha sürdürülebilir ve çok daha öngörülebilirdir. Aile idaresi ile devlet idaresi arasındaki zihni ittifak bundandır. Oysa çeşitlilikle ve spontane hayatla baş etmek metanet isteyen ince bir iştir, siyasi ve idari kapasite gerektirir.
      Yeri gelmişken söylemem lazım, CHP’nin bürokratik devlet mirasını yad etmeden yapılan AKP’ye yönelik her tür şirket-devlet eleştirisi hakiki bir eleştiri olmaktan uzak kalır. Türkiye’de seküler olduğu varsayılan “Kemalist” rejim de toplumu aileleştirmekten geri durmamış, kendi egemenlik alanını varsaydığı bir ortak iyi etrafından şekillendirmiş, kadınların bedensel bütünlüğüne ve cinsiyetine müdahaleci, siyasetler üretmiş, gerektiğinde mesela bekâret testleri yaptırmıştır. Hatırlandığı gibi, bürokratik “Kemalist” rejim devletin milletle mutlu izdivacını seküler milliyetçi kimlik marifetiyle gerçekleştirmek için çok can yakmış, çok insanı yerinden etmiş, çok ciddi kaynak mobilize etmişti.
Netice olarak, bu despotik şirket-devlet zihniyeti, her tarafı mülkleştirip herkesi aileleştirirken potansiyel olarak özgürlükçü muhalefeti de kendi karşıtı olarak kurduğu geçmişe hapsolmuş CHP’nin siyasetine itmekte, hepimizi iki otoriter kimliğin arasında seçim yapmaya zorlamaktadır. Belirtmekte fayda var, ulusalcı otoriter kimliğin paranoyak mensupları ise “biz dememiş miydik” diye veryansın ederek bir süre AKP’ye destek veren özgürlükçü sekülerlerin ne kadar “naif” olduklarını ve kendilerinin ise, - AKP’nin “gizli ajandasını” başından itibaren bildikleri edasıyla - ne kadar siyasi feraset sahibi olduklarını söyleyedursunlar. Çünkü ancak bu yolla kendi siyaset yapma tarzlarının ve kendi otoriter toplumsal mühendislik projelerinin, AKP’nin siyasi ikbaline nasıl hizmet ettiğini görünmez kılmışlar; ancak bu yolla gururla zikrettikleri cumhuriyet rejiminin temel tekniklerini ve pratiklerini AKP’nin nasıl taklit ederek bugünlere geldiğini unutturmaya çalışmışlardır. Bu yüzden “Kemalist milliyetçiliğin” bugünlerde mağduriyet üzerine kurduğu muhalefeti hakiki bir muhalefet olmaktan uzaktır, zira onların muhalefeti sahip oldukları mevzilerin, statünün ve mülkiyetin el değiştirmesine duydukları öfke üzerinden örgütlenmektedir:
Bu bakımdan hakiki muhalefet özgürlükçü bir toplumsal etik üzerinden inşa edilmiş yeni bir gelecek tahayyülünden geçer. Bu yeni gelecek geçmişe hapsolmayı değil, kendi - kolonyal - geçmişi ile hakiki olarak yüzleşmeyi gerektirir. Çünkü tercihlerine ve yaşam alanlarına müdahale edilen, hayatı tanzim ve tahkim edilip cehenneme çevrilen sırf senin kendi hayatın değil. Bu bakımdan yeni gelecek hor görülmüş bütün diğer hayatlarla, radikal farklılıkları tanıyarak yan yana gelmeyi gerektirir. Bu sahte kutuplaşma, bu iki despotik kimlik arasında cereyan eden egemenlik savaşı hasebiyle iliklerimize kadar hissettiğimiz sıkışmışlık durumu, bu birbirini taklit eden ve bizi sıkboğaz eden tepeden inmeci iki maskulen zihniyet ancak siyasi egemenliğin bertaraf edilerek radikal bir şekilde toplumsallaşması ve demokratik olarak paylaşılması ile aşılabilir.