Coğrafyamızın alt tarafı (güney)  herkesin malumu! Yukarısında (kuzeyinde) ise Kasım 2013 ten bu yana Kiev’den başlayarak emperyalist rüzgârlar sert esmekte.Ukrayna emekçilerinin yaşam standartları ve özgürlüklerin genişletilmesi odaklı başlattığı eylemlere emperyalistlerin doğrudan müdahalesi (ABD-AB tarafından kurulan ya da finanse edilen partilerin öncülüğü inkâr edilemez görünürlükle) sonucunda sokağa dökülmüş kitleler mevcut hükümeti devirip yenisini kurmayı başardı!
     ABD-AB emperyalistleri tam kazandık derken Rus Mali Oligarklarınınemperyalist yayılmacılığına uygun olarak Rusya’nın Kırım hamlesi gecikmedi. Sonuçta tarihteki en kansız ilhaklardan birisi gerçekleşmiş oldu; Kırım, sadece birkaç silah atışı ve birkaç yaralı asker ile, Rusya tarafından ele geçirildi. Ve Putin bu durumu, Kremlin sarayının en görkemli salonunda, RusÇarları hatırlatan bir havada yaptığı törenle ve “tarihi bir hata düzeltildi, Kırım anavatana döndü” sözleriyle dünyaya duyurdu. 
ABD ve AB, 1992’de Ukrayna’nın bağımsızlığını ilan etmesinden bu yana, ülkeyi hegemonyaları altına almak için her yöntemi kullandılar. Sadece ABD’nin, son on yılda harcadığı para, 5 milyar doları geçti. Keza Almanya, tam bir siyasi ve mali destekle, Vitali Kliçko adlı faşiste bir parti kurdurdu, yükselmesini ve Ocak-Şubat eylemlerinde en etkili isimlerden biri haline gelmesini sağladı.
ABD ve Almanya, Ukrayna’nın Rusya’dan uzaklaştırılması konusunda birlikte hareket ediyorlar. Ancak ülkenin hegemonyası ve atılacak adımlar konusunda, onların da anlaşamadığı unsurlar oldukça fazla. Eski hükümetin devrilmesi sırasında Almanya’nın daha etkili olmasına rağmen, yeni hükümetin doğrudan ABD yanlısı Yatsenyuk tarafından kurulması, Kliçko’nun partisinden tek bir ismin bile yeni hükümette yer alamaması bunun göstergelerinden biri.
Almanya’nın ve AB’nin doğalgaz bağımlılığı, Rusya’nın karşısına doğrudan dikilmesinin önündeki engel olduğunu bilmeyen yok!. Bulgaristan gibi bazı AB ülkeleri, Rus doğalgazına yüzde 10 bağımlı durumda. Almanya’nın bağımlılığı ise yüzde 50 civarında. Yani Rusya’nın doğalgaz vanasını kapatması, bu ülkelerin ekonomilerinde ciddi sorunlara yolaçacak. Bu nedenle, her şeye rağmen, Almanya, Rusya’yı doğrudan karşısına alacak adımlar konusunda daha temkinli yaklaşıyor. Hatta Ukrayna’daki ABD etkisini de hesaba katarak, 2004 yılında gerçekleşen Amerikan menşeli hükümet darbesinden bu yana, hem Rusya hem de Almanya, Ukrayna dışında doğalgaz boru hattı kurulması çalışmaları yürütüyorlar.
Diğer taraftan, ABD de Rusya’nın bu doğal gaz üstünlüğüne karşı somut bir adım atamamanın sıkıntısını yaşıyor. 27 Şubat’ta Kırım’da Rus işgalinin başlamasının ardından, 7 Mart günü ABD savaş gemisi USS Truxtun boğazlardan geçerek Karadeniz’e açıldı. Ancak bütün tehdit gücü bununla sınırlı kaldı, herhangi bir savaş girişiminde bile bulunmadı. Bunun dışında, Rusya’nın G-8 üyeliğinden çıkarılması, bazı Rus ve Kırımlı yetkililere seyahat yasağı ve Batı merkezlerindeki malvarlıklarını durdurma yaptırımının devreye sokulması gibi adımların gerçek bir anlamının olmadığı ortada. İran, Suriye gibi bazı ülkelere çok daha ciddi yaptırımlar sözkonusu olmasına rağmen, onların ABD karşısında geri adım atmasına neden olmuyor.
Taşların yerinden oynaması, bundan sonraki gelişmelerin de belirsizleşmesine neden oluyor. Sadece Ukrayna’nın doğu eyaletlerinde değil, eski SB coğrafyasında Rus nüfusun bulunduğu bütün ülkelerde referandum tartışması başladı bile. Moldova’da, Rusların çoğunlukta olduğu Transdinyester bölgesi, geçmişte tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmişti; bugün Rusya’ya bağlanma talebinde bulunuyor. Keza, bağımsızlık ilanlarından kısa bir zaman sonra NATO’ya alınan Baltık ülkeleri Letonya, Litvanya ve Estonya’da önemli oranda Rus nüfus bulunuyor.
Amerikan merkezli hükümet darbelerinin finansörü Soros, yazdığı bir yazıda “dünyada aşılamayan siyasi krizlerin sayısı gittikçe artıyor. Bu küresel yönetişimin bozulduğunu gösteriyor... Böylece bir iktidar boşluğu oluşuyor” diye yazıyor. Bu aslında yeni bir durum değil. 2000’lerin başından buyana, dünya üzerinde ABD emperyalizminin hegemonyası giderek azalıyor, Çin ve Rusya emperyalistlerinin hegemonyası ise giderek artıyor. Bu durum, çeşitli iktidar boşluklarının doğmasına neden oluyor. Bu boşluklar bazen söz konusu emperyalistlerden birinin kendi hegemonyasını inşası ile dolduruluyor; bazen Taliban örneğinde olduğu gibi, hem bir emperyalistten (genel olarak ABD’den) destek alarak ama onun mutlak kontrolüne de girmeden kendi savaşını yürütme biçimine bürünüyor; bazen de ülkemiz egemenlerinde görüldüğü gibi “bölgesel güç” hayali kuranların ağzını sulandırıyor.
An itibarı ile düzenden hoşnutsuz kitle hareketleri büyük bir yükseliş gösteriyor, kitleler ekonomik ve siyasi baskılara karşı dünyanın her yerinde sokaklara dökülüyorlar. Ancak hemen hiçbirinde devrimci sosyalist politik önderliklerin olmayışı, dünya genelinde kitle hareketlerini yönetebilecek komüntern” tarzı örgütlenmelerin yokluğu, bu hareketlerin genel olarak şu ya da bu emperyalistin etki alanına girmesine, ya da temel bir sonuç elde edemeden sönümlenmesine neden oluyor.
Oysa emperyalist hesapları yerle bir edecek tek unsurun kitlelerin örgütlü eylem gücü olduğunu okumalarımızdan ve “Arap Baharı” deneyimlerimizden biliyoruz.