ÇERNOBİL FELAKETİNİ HATIRLAYAN VAR MI?
(Yâda Kazım Koyuncu’nun Ölüm Nedenini!)
 
 
Bundan 26 yıl önce 26 Nisan 1986'da bu gün (perşembe)Ukrayna içinde kalan Kiev'e bağlı Çernobil'deki nükleer enerji santralinin reaktöründe bir kaza oldu. Bu kaza Türkiye de dâhil Avrupa'nın büyük kısmında yıkıcı sonuçlara neden olmuştu. .
 
          Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) 2000'de yayınladığı rapora göre Ukrayna, Belarus ve Rusya'da 7 milyondan fazla insanın reaktörden yayılan radyasyondan etkilendiği belirtilmişti. Kazanın Türkiye'deki etkileriyse asla araştırılmadığı ve yetkililerin şovlarıyla geçiştirildiği için tam olarak bilinemiyor. 
 
          O günden bu güne hükümetlerin nükleer ısrarının tarihsel bir arka planı olsa gerek. Çernobil kazasının ardından işsiz kalan nükleer santral firmaları yaşadıkları güç ve itibar kaybını giderebilecek arayışların içine girdiğini biliyoruz. Bu arayışın hedefinde ise anlaşma yapılması daha kolay olan demokrasisi ve toplumsal muhalefeti zayıf ülkeler olduğunu kavramak zor olmasa gerek.
 
          Nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılması bilim ve insanlığın gelişimi adına reddedilmeyecek bir söylem. Zaten günümüzde de dünya üzerinde toplam 56 ülkede, 250 civarında araştırma reaktörü var. 
 
           Daha çok üniversitelerde ya da ulusal araştırma merkezlerinde bulunan ve enerji reaktörlerine göre çok daha küçük olan bu reaktörler, bilim, eğitim ve endüstriyel alanlarda ve kanser tedavisinde kullanılmakta. Ancak, kulağa hoş gelen ve toplumsal tepkileri yatıştırmaya yönelik bir araç olarak kullanılan "barışçıl amaçlar" söylemi gerçekleri çarpıtma aracı haline dönüşmüş durumda.
 
         Dünyada son 50 yıldır giderek yaygınlaşan nükleer silahlanma ile insanlık zaten büyük bir tehdit altında olduğu bilinen bir gerçekliktir. Bu konuda yapıldığı söylenen anlaşmalar ise, çok miktarda nükleer silah sahibi emperyalist güç bloklarının dünya üzerindeki ekonomik, askeri ve siyasal güç tehdidini korumaya dönük düzenlemeler olmak dışında hiçbir anlam ifade etmiyor. Bugün tek ve doğru talep, nükleer silahların azaltılması değil dünya ölçeğinde tamamen ortadan kaldırılarak insanlık için tehdit olmaktan çıkarılması olmalıdır. Bu yapılmayıp, küresel silah sektörünü elinde bulunduran
 
           ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere'nin kendileri için dokunulmaz bir hak gördükleri nükleer silah güçlerini hiç tartışma konusu yapmayıp, kendilerinin dışında kalan Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore'nin nükleer silahlarını ve İran'ın bu yönde çabalarını (İsrail'e söz söylemeden) denetlemeleri ayrı bir trajikomik durumdur.
          Mersin ve Sinop'ta kurulacak 2 santral ihalesi ve “bunlar yetmez en az üç tane daha gerekli” diyen enerji bakanlığı tüm karşı tepkilere rağmen nükleer ihalelerini gerçekleştirecekmiş gibi gözüküyor. AK Partisi Hükümetin nükleer santrallerdeki bu ısrarını nasıl açıklamalı? Japonya örneği gün be gün tüm dünyamızı tehdit ederken!
Burada soruyu belki şöyle değiştirmek gerekiyor. 
 
          Çok uluslu Nükleer santral firmaları neden Türkiye'de santral kurmak konusunda bu denli hevesli ve AKP buna neden dört elle sarılıyor. Bu meselenin de tarihsel bir arka planı var elbette. Aslında son 40 yıl içerisinde dönem, dönem siyasal iktidarların bu yönde girişimleri olmuş ve hepsi birçok nedenle sonuçsuz kalmış. Burada çok gerilere gitmeden nükleer santral endüstrisinin 26 Nisan 1986'da Çernobil kazası ile başlayan krizine değinmek gerekiyor. Çernobil dünya ölçeğinde nükleer santral karşıtı toplumsal güçlerin bilinç ve örgütlülük düzeylerini artırırken nükleer lobilerin sonunu hazırlayan bir milat olmuştur. 
İşsiz kalan çok uluslu nükleer santral firmaları yeni siparişler ile yaşadıkları güç ve itibar kaybını giderebilecek arayışların içine girdi. Bu aşamada demokrasisi ve toplumsal muhalefeti zayıf ülkelerle anlaşmalar yapılması daha kolaydı. Enerji alanında uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda neoliberal politikaların uygulayıcısı işbirlikçi bir hükümet ise biçilmemiş bir kaftan oluşturuyordu. Dolayısıyla burada AKP'nin nükleer santral kurulması konusundaki ısrarı, sadece kendi iktidarlarını sürdürmek adına küresel sermayenin yeni pazar arayışlarına kayıtsız şartsız teslim olma ısrarının da göstergesidir. 
 
       Bu nedenle de nükleer santral ülkemize bir enerji ihtiyacından öte siyasal bir tercih olarak dayatılmaktadır. Ülkemizde izlenen emperyalist tekellere bağımlı politikalar sonucu enerji sektörünün ithalata dayalı dışa bağımlılığı yüzde 72 düzeyine ve kriz öncesi değeri 48 milyar dolara ulaştığını Mısırdaki sağır sultan bilmekte bizim saf dil nükleerci cemaatimiz bilmemektedir.
 
          Enerjide dışa bağımlılığımızı azaltmak üzere yerli ve yenilenebilir kaynaklarımızı öne çıkaran politikalar ile kaynak çeşitliliği yaratılarak arz güvenliği sağlanmalıdır. 
Bugün 2011 itibariyle yaklaşık 50.000 MW'lık bir kurulu gücün bugün devreye alınsa ancak yüzde 5'i oranında bir ilave güç oluşturacak nükleer santrallerle enerjide dışa bağımlılığın giderileceğini söylemek tam bir aldatmaca olduğu bilinmelidir.
 
            2009'da ve 2010 da 200 milyar kWh'lik elektrik üretiminin yüzde 50'ler seviyesinde 95-98 milyar kvvh'ni doğalgaz çevrim santralleriyle karşılayan bir ülkede gerçek olan, kendi kaynaklarımız olan rüzgâr, jeotermal, su ve güneş başta olmak üzere temiz teknolojilere yatırım yapılan yeni bir üretim anlayışı için emekçi iradesinin yaratılması gerekmektedir.