Bin yıllardır şekillene gelen “devlet” günümüzde artık özel bir şirket formatına bürünmüştür. Hem de silah kullanma, istediği oranda vergi toplama ve istediği anda insanları hapsetme yetkisine sahip bir şirkete dönüşmüştür. İşin bu yanı nedense hiç sorgulanmaz ya da bilerek isteyerek emekçi yığınların gözlerinden kaçırılmaya çalışılır.
 
      Şirketleşmiş devletlerin oluşturduğu “Birleşmiş Milletler” cemiyeti, aslında birleşmiş şirketler cemiyetidir. Önermemi devam ettirecek olursam; Amerika Birleşik Devletleri, Amerika’da birleşmiş şirketlerin toplamına tekabül eder. Avrupa Birliği, Rusya Federasyonu vb. gibi güçlü politik merkezler temelde bu ülkelerde yatırım yapan şirketlerin, “oligarkların” oluşturduğu birlikler, federasyonlardır. Bir ülke artık şirketlerin yatırımına uygun hale gelmemeye başlamışsa, yolun düzlenmesi için NATO gibi kolektif şirket orduları, emperyalist ülkelerin orduları, muhalefete silah yardımları vb. devreye girer.
 
      Aynı önerme mantığıyla ülkemiz devlet aygıtı da biz emekçilerin kendi deneyimlerimizden kaynaklı çok yakından bildiği gibi bildiği gibi ülkemiz şirketlerinin en büyüğü ve en güçlüsüdür. İşte yapılmaya çalışılan “yeni anayasa” şirketleşmiş devletin “yeni” normlarını emekçi kitlelere kabul ettirme ve şirketleşmiş devlete kölece itaat ettirme çabasıdır.20. yüz yıl boyunca ülkemiz yönetim biçimi olarak faşizmle yarışacak denli baskıcı yöntemlerle yönetildi.
 
      90 yıllık cumhuriyetimizin dönem, dönem yoğunluk farklılıkları yaşansa da, egemen yönetim anlayışı ceberut ve baskıcı bir yönetim anlayışı olduğu yaşanmışlıklarla doğrulanan bir gerçekliktir. Sermaye birikiminin gerekliliği deyin, devlet eliyle servet aktarımı deyin, isterseniz işçilerin-köylülerin-yoksulların mücadele zayıflığı deyin ne derseniz deyin baskıcı, ceberut yönetim anlayışı uzun on yıllar boyunca sürdürüle gelmiştir.
 
     Peki, ne gibi bir değişim yaşadık da son on yıldır baskıcı, ceberut yönetim anlayışından görecede olsa “demokratik” hak kırıntılarının verildiği bir düzlemde yönetilmeye evirildik! Bu vakayı analiz edebilmek için dünya ölçeğinde son on yılda baskıcı ceberut yönetim anlayışının emperyalist kapitalist sistemin içsel dönüşümüne bağlı olarak “sürdürülemez” hale geldiğini görmemiz gerekir.
 
     Daha açık bir ifadeyle sermayenin uluslar arası azami kar savaşında ülkemiz “devlet Şirketi”nin ayakta kala bilmesinin başka yolu yoktu. İşçiler, emekçiler, kadınlar, Kürtler, Aleviler, gençler, öğrenciler, engelliler, aydınlar… Yani sermayenin bugüne kadar şiddetle dıştalayıp bastırdığı, yok saydığı kim varsa hepsi cepheye sürülmeliydi. Ülkede uyuyan toplumsal rezerv, yeni bir işçi ordusu, yeni bir tüketici ordusu olarak kapitalizme kan-can olmalıydı. Oldu. Olmaya da devam ediyor.
 
      Bu kapitalizm dediğimiz sistemi anlamak için belki de en iyi kavram alışveriştir. Bir şeyler alır, karşılığında bir şeyler verirsin. Bir alış-veriş, alma-verme dünyasında yaşıyoruz hepimiz. Kapitalizmin ideolojisinin temeli bu: Her şey değiştirildiği kadar, değişim değeri kadar var.
 
     Bu yüzden beğenelim ya da beğenmeyelim Başbakan Erdoğan devlet denen “şirkette” hükmetmek (siz hükümet etmek diye okuyun) için iyi bir siyasi lider: Onun karar, tutum ve davranışlarının temelinde hep bir şirket “CEO”sunun, büyük bir tüccarın, reflekslerinin olduğunu görmemek için “kör” olmak gerekir. Turgut Özal da öyleydi, hatırlanırsa “bir koyup üç alma” sözü onundur.
 
      Kürt “meselesinde” gelinen nokta bu yüzden bizler için şaşırtıcı değil. Müzakere denilen “pazarlık” görüşmelerinin yeniden başlamasının kamuoyuna duyurulması biz emekçileri hiç şaşırtmıyor, bir sevinç ya da öfke de duymuyoruz. Barış, egemenler ve şirketleştirdikleri devlet açısından reklam cıngılında sloganlaştığı gibi “tamamen duygusal – $” bir hedef olduğunu biliyoruz. Tüm o barış, kardeşlik, “analar ağlamasın” nutuklarının altında, “zenginler kulübünün” somut maddi çıkarları yatar. Çatışmalı ortamda  “güvenlikçi” politikalar için  “boşa” harcanan yüz milyonlarca dolar geri kazanılmalıdır.
 
     Çatışmalı bölgenin tüm kentleri birer potansiyel tüketim, üretim, değişim merkezi olarak bomboş duruyor. Sermayedarın bir kez daha ağzının suyu akıyor: Siyaseten sözcüsüne “Üç değil, beş çocuk doğurun” doğurun ki daha çok ucuz işçimiz olsun, fiyatınız (değişim değerimiz) ucuz olsun! Biz ne kadar “ucuz” olursak egemenlerimiz o kadar çok zengin olur.
      Bir eğitim emekçisi olarak aklım yettiğince, dilim döndüğünce “şirket devlet modelinin” , “sosyal devlet” modelinin zıddı olduğunu, şirket devlet modelinin vakalara “kar-zarar” yâda “alış-veriş” mantığı ile yaklaştığını anlata geldim.
 
      Peki, bu alışveriş dünyasının diğer yanında aktif olarak veya seyirci olarak destekçi pozisyonunda oturanlar yani biz emekçiler ne diyoruz? Ben kendi adımıza şunu söyleyelim:  Ortak keseni “Şirket Devlet Modeli” olanların eğilimi ve politikası işçileri, emekçileri, kadınları, Kürtleri, Alevileri, gençleri, öğrencileri, engellileri, aydınları… Her kesimin bu süreçteki taleplerini dinlemek, bu yolla bu kesimleri yumuşatmak ve alınabilecek olanın en azını vererek sisteme entegre edebilmektir. Ve fakat üzücü olan gerçekliğimiz ise tek başına bu kesimlerin hiçbirinin de o masayı devirip kendi taleplerini hayata geçirebilecek güce sahip olamadığı gerçekliğidir.
 
      Bu güce sahip olmak için tüm ezilenlerin, ötelenenlerin, gadre uğrayanların birleşik örgütlü mücadelesini ortaya koyacağı HDK gibi yapılanmaların geniş yığınlara ulaştırılarak “siyasal olanı toplumsallaştırma, toplumsal olanı da siyasalaştırma” misyonuyla çalışmaya başlanmalıdır.