Sınıflı toplumların başlangıcından bu güne yukarıda yazıma attığım başlık emekçilerin ve onları sömürenlerin başat sorunlarından biri olarak taşına gelmiştir. Bugün gelir adaletsizliği, emeğin güvencesizleştirilmesi, ücretlerin düşürülmesi ve sosyal hakların gasp edilmesiyle kapitalist üretim tarzının en vahşi dönemlerini aratmayacak boyutlara ulaşan ve ülkemiz emekçi sınıflarını yakından ilgilendiren “bölüşüm” sorununun giderek daha ağırlaştığı bir dönemin içinden geçiyoruz.
     Teknik hileler ve oyunlarla emekçilere ağır bedellerle çıkan sonuçların gizlenmeye çalışıldığı son döneminin ekonomik bilançosuna şöyle bir kuşbakışı bakacak olursak karşımıza direk olarak yoksulluğun hızla çoğaldığı ve sermayenin ise ayı hızla merkezileşerek çoğaldığını görüyoruz. Dolayısıyla bugün, önümüze çıkan tüm dönüşüm süreçleri eşliğinde 1995 yılından bu yana siyasal iktidarların inşa etmeye çabaladığı düzenin emekçi sınıflar açısından değerlendirmesi ve yukarıda belirtiğim en görünür bu iki sonucun üzerinde yoğun bir şekilde kafa yormamız gerekiyor.  
     Öncelikle bugün emekçilerin hangi ekonomik yapıdan doğan bölüşümden pay aldıklarının hatırlatılması önemlidir. Çünkü ancak bu sayede bugüne kadar gelinen noktanın gelecekte varmaya çalıştığı yer görülebilir. Kuşkusuz “küresel spekülatif” mali sermayeye bağımlılıkla işletilen bir ekonominin gündeminde finansal işlemler, çokuluslu şirketler, devasa tekeller vardır, ama hiçbir şekilde emek gücünün payına düşen bir nimet olmadığı gerçekliliği emekçilere net bir biçimde anlatılmalıdır.
     Bugün “neo liberal” denilen ekonominin gerçek adı kapitalist talan ekonomisidir. Bu ekonominin en temel büyüme dinamiği, emek verimliliğinin sürekli arttırılmasına imkân veren sömürü hacminin genişletilmesidir. Ve bu “verimlilik” bugünkü Türkiye’nin nesnel şartlarında işgücünün kompozisyonunun değiştirilmesiyle yani dikensiz gül bahçesi koşullarında emeği sınırsızca ve sorumsuzca sömürülmesiyle gerçekleştirilmek istenmektedir. Bu sağlayacak olan ana motor ise taşeron tipi çalıştırma yöntemidir. 
      Kısaca son on, on bir yıldır istihdam biçimi, daha fazla güvencesiz, esnek ve kuralsız yani çalışma yaşamının emekçiler açısından kölelik düzenine dönüştüğü bir süreçle yeniden tanımlanmaktadır. Niteliği, asli ve sürekli olarak tanımlanan, bu anlamda da kadrolu bir istihdama ihtiyaç duyan kamu hizmetleri alanı da bu süreçten oldukça büyük oranda nasibini almaktadır. Kökleri 1995 GAST antlaşmasında atılan “kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması” kapsamında tüm kamu hizmetlerinin ve hizmeti üreten emekçilerin piyasa koşullarına terk edilme süreci hızla yaygınlaşmaktadır.
     Bu kapsamda bugün kaşımıza yine bir oldubittiyle çıkartılan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu (DMK) ile gündeme gelen değişiklikler, kamuda güvencesiz çalışmanın geldiği boyutları da yeniden gözler önüne sermektedir. İlgili kamuoyunun yakından bilindiği gibi 6111 sayılı Torba Yasa ile birlikte kamu emekçilerinin iş güvenceleri oldukça büyük bir oranda ellerinden alınmıştı. Bu günlerde ise adeta son kalan güvencelere göz konulurcasına 657 Sayılı DMK’yı tümden kaldırmayı parlamentomuz hızlıca gündemine alıyor. Rotasyon-sürgün, esnek-kuralsız çalışma ve performansa dayalı ücretlendirme ile artık “güvenceli istihdamın kalesi” olarak geçmişten gelen bir üne sahip “memurluk” kavramını tedavülden kaldırılıyor. Beyaz yakalılar hızla mavi yakalılara bir bütün olarak ta tüm mavi yakalılar esnek, güvencesiz ve sınırsız sömürü koşullarına doğru yitiliyorlar.
       Peki, hoca bunları güzel yazı yon da asıl mesele bu saldırı politikalarına karşı biz emekçiler ne yapmalıyız sorusuna neden yanıt vermiyorsun? Diye kulağımı çınlatacağınızı bildiğimden bir iki cümle ile ne yapmalı? Sorusuna cevap vereyim! 
      Sermayenin geliştirdiği yeni saldırı yöntemleri karşısında emek cephesinin de daha güçlü bir şekilde örgütlenmesi ihtiyacının bugün her zamankinden daha fazla hissedildiği açıktır. Bugün güvencesizlik, işçi-memur veya işsiz ayrımı yapmaksızın tüm emekçi halka yönlendirilmiş bir saldırıdır ve bu saldırıyı püskürtmede elbette birleşik, örgütlü bir mücadeleyle mümkündür. Ancak bu yöntem tek başına yeterli değildir. Bugün yaşamın her alanını hedef alan ve egemenlerin hızla inşa etmeye çalıştığı düzene karşı sürdürülebilecek en etkili mücadele, ancak toplumsal-sınıfsal mücadele zeminlerinde örgütlenen, yükselen muhalefet dinamiklerinin ve artan direniş mücadelelerinin ortak bir zeminde güçlendirilmesi ile mümkün olacaktır. 
     Hızla mavi yakalı olacak olanlar başta olmak üzere; taşeron işçilerinin, işsizlerin, mevsimlik işçilerin, ev içi emeğin örgütlenmesini esas almayan bir mücadele hattının başarı şansı görülmemektedir. Emekçiler için siyaset yaptığını söyleyen siyasi partiler, sendikalar, istihdam yapısındaki parçalanmaya karşı, birlik ve dayanışma temelinde bir mücadeleyi örgütlenmek zorundadır. İstihdam yapısı ne kadar parçalı olursa olsun mücadele zemini o oranda bizleri birleştirici olduğu unutulmamalıdır. Örgütsüz bir çalışma biçimi, örgütsüz bir alanın kalmaması bu sürecin olmazsa olmazıdır. 
     Şimdi sermayenin bu top yekûn saldırılarına karşı biz emekçilerin, işçilerin, işsizlerin ezilenlerin, yok ve hor görülenlerin ortak örgütlü mücadelesiyle, sınıfa karşı sınıf, kapitalizme karşı sosyalizm perspektifiyle mücadeleye koyulmanın zamanıdır diyerek ne yapmalı sorusunu yanıtlamış olayım.