1 EYLÜL BARIŞ GÜNÜ YAKLAŞIYOR, EMEK ÖRGÜTLERİ YATIYOR!
 
 
     1 Eylül Dünya Barış Günü yaklaşıyor. Düzen partilerinin liderleri 1 Eylül vesilesiyle en bayat barış temennilerinin yer aldığı demeçlerini sıralayacak, bunun yanında “teröre lanet” okuyacaklar. Barış havarilerinin bu söylevleri sırasında, söz ile pratikleri arasındaki uçuruma, barışın çıkmaza girmesinde hep karşı tarafın suçlanmasına ve barış kavramının emperyalist kapitalist sistemin darmadağın ettiği yaşamların üzerini örtmek için kullanılan nasıl bir ideolojik kalıp olduğunu izleyeceğiz.
 
       Oysa ağızlarından barışı düşürmeyenler değil midir ki; emekçileri, kardeş halkları birbirine boğazlatan, emekçi çocuklarını rant ve çıkar savaşlarında harcayan, ülke sanayisini işçi ölümleri üzerine kuran? Teröre prim vermeyeceklerini söyleyenler değil mi ki; en ufak bir hak arama eyleminde dahi işçileri gaza boğan? Ölüm timleri polislerine verdikleri yetkilerle onlarca kişinin polis kurşunuyla, sokak ortasında katledilmesine, işkence edilmesine sebep olan... Bu devletin yargısı değil mi kızlık zarına zarar vermeden çocuğuna tecavüz eden babaya ceza indirimi veren? Sivas davasında olduğu gibi insanlık suçunu zamanaşımına uğratan, yakanları aklayan… Halklar arasına ektikleri nefret tohumlarıyla ırkçılık ve şovenizmi azdıran, linç kültürünü yaşamımızın bir parçası haline getiren. Alevilere yönelik şiddeti “münferit” olarak kodlayarak cezasız bırakan ve teşvik eden. Gün ve gün artarak işlenen kadın cinayetleri karşısında üç maymunu oynayan.
 
        Burjuvazinin hüküm sürdüğü bu toplumsal düzende tam bir şiddet hakim. Barış söylemi arkasından kendine haklılık bulan bir şiddet.
 
       Son birkaç yıla bakınca bile yüzbinlerce kişinin katledildiği işgal ve savaşların hep “barışı sağlamak” adı altında gerçekleştirildiğini görürüz. Zulüm gören ülkelere barışı getirmek, bu ülkeleri terörden kurtarmak… Çünkü binlerce yıllık sömürü ve özel mülkiyet düzeninin getirdiği şiddet ve zor yüzünden, bunun yarattığı yıkım yüzünden emekçiler barışa aç ve barış kavramı üzerinden emekçilerin duyguları istismara oldukça açık. Yani barış söylemleri üzerinden emperyalist ve kapitalist sistemin temsilcileri sınırsız demagoji yapabiliyor, emekçileri aldatıyor, yalanlarını yutturabiliyorlar. Balkanlar’ı, Afganistan’ı, Irak’ı, Lübnan’ı, Libya’ı ve daha birçok yeri talan eden emperyalist saldırganlık ve dizginlerinden boşanmış militarizm, kan ve barbarlıktan başka bir şey değildi. Ama bunların hepsi barışı tahsis etmek, demokrasi sağlamak için değil miydi?
 
      Ama yine de barış sözcüğünü ağızlarına sakız yapmak onların hakkı! Öyle mi? Hiç de değil?
 
      Öncelikle sınıflı toplum yapısı içinde barışın her sınıf için anlamı farklıdır. Yani sınıf çıkarlarından bağımsız, herkes için aynı anlamı ifade eden bir barıştan söz edemeyiz. Örneğin kapitalistler için kârın maksimum olduğu, sömürü politikalarının herhangi bir sorun olmadan uygulandığı bir fabrikada iş barışı hakimdir. Ama işçiler ne zaman ki yıkım ve sefalete başkaldırırsa işte iş barışı bozulur. İşçilere yönelik baskılar başlar. İşçilerin örgütlülüğü, direnci sağlamsa kazanımlar elde eder, işçilerin yaşam koşullarını iyileştirecek düzenlemeler yapılır. Fabrikada yeni ilişkiler hakim olur.
 
      Savaş ve şiddetin kaynağı ise özel mülkiyet düzenidir, bugün için emperyalist-kapitalist sistemin ta kendisidir. Sürekli savaş ve şiddet üreten ve kendini ancak savaş ve şiddetle ayakta tutan kapitalistlerin sınıf egemenliğidir.
 
      AKP şefi Erdoğan ve müritleri bayram öncesi ve bayramdaki gelişmeler üzerine yaptıkları açıklamalara “teröre” lanet okuyarak başladılar, akan kanın durmasını istediklerini söyleyerek bitirdiler. Kan ve zulüm üzerinden daha çok oy çıkarmayı hesap eden Erdoğan, bunun için ne kadar “terörist” kanı dökmeleri gerekirse bundan sakınmayacaklarını da gururla duyurdu.
 
Bu devlet kurulduğundan beri, baskı ve zulüm Kürtler’in üzerinden eksik olmamıştır. Kürtler inkar ve asimile edilmeye çalışılmış, anadili yasaklanmış, köyleri yakılmış, kadınlarına tecavüz edilmiş, babalar çocuklarının önünde katledilmiş, binlerce siyasetçi ve aydın zindanlara tıkılmış, gerillalar kimyasal silahlarla katledilmiştir. Uludere’de çoluk-çocuk bombalanmış, devletin savaş politikalarının neden olduğu her asker ölümünün ardından sokağa salınan linç taburları Kürt kurumlarını, evlerini yakar, yıkar olmuştur. Şimdi barışa çomak sokanları işaret ederken, ölümlerin, akan kanın sorumlusunu tespit ederken sorumluluğu hiç de bu zulme karşı başkaldıran Kürt halkının üzerine yığamayız. Barışın önündeki engel, bu şiddeti yaratan burjuvazi ve onun devletinden başkası değil. Dolayısıyla barışı konuşacaksak bunun da Kürt halkının ezilmesi pahasına yapıldığı bir barış değil, Kürt ulusunun haklarının ve özgürlüğünün tanındığı halkların tam eşitliğine dayalı bir barıştan ancak bahsedebiliriz.
 
        ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki planlarının gereği olarak Suriye ve İran’a namlularını doğrultan Türk sermaye devleti, silahlı çetelere her türlü desteği sağlayarak Suriye’de iç savaşı kışkırtıyor. Başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’da akan ve akacak olan kanın dolaysız sorumluluğunu taşıyan Türk sermaye devleti böyle yaparak emperyalizmin tetikçisi olduğunu da kanıtlamış durumda. “Suriye halkını  Esad’ın zulmünden korumalıyız” yalanları bir yana ülkemizin komşu halklara karşı bir savaş üssü olarak kullanıldığı açıkça ortada. Türkiye emperyalizmin bölgedeki saldırganlık üssü ve Türk burjuvazisi de emperyalizmin vurucu gücüdür.
 
          O zaman barış ve özgürlük naraları ile emekçi halklara savaş ve yıkımdan öte bir şey vermeyen emperyalistlerin ve onların tetikçilerinin “barışı” ancak kendi egemenliklerini sağladıkları ölçüde hayat bulur. Halklar köleleşmiş, sefalet boyutlanmış… Benden sonrası tufan…
        Emekçi halklar, barışı ancak emperyalist haydutlara ve onların tetikçilerine, kendi gerici iktidarlarına karşı mücadele ile elde edebilirler.
 
       Savaşlar ve şiddet bugün emperyalist-kapitalist sistemin eseridir. Dolayısıyla kapitalistlerin kendi yazdığı savaş senaryolarına karşı önerdikleri barış ise kan sahneleriyle bezenmiş bir filmin kötü sonundan başka bir şey olamaz. Savaşın ve şiddetin kaynağını ortadan kaldırmadan özlemini çektiğimiz barışa ulaşamayız. Türkiye’de, Ortadoğu’da ve dünyada emekçi halkların kardeşçe yaşadığı, sömürü, baskı, zulüm ve şiddetin olmadığı bir düzen ancak kapitalizme karşı savaşla mümkündür.