Son günlerde, İstanbul’da kâğıt toplama merkezlerine yapılan baskınlar ve gözaltına alınan işçiler, gündemi bir hayli meşgul ediyor.  İşin aslı neymiş bakalım:

2019 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından “Sıfır Atık Yönetmeliği” düzenlendi ve Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Buna göre, kamu kurum ve kuruluşları, 1 Haziran 2021, nüfusu 250 binin üzerindeki büyükşehir ilçe belediyeleri de 31 Aralık 2021 tarihinde Sıfır Atık Yönetim Sistemi’ne geçişlerini tamamlamak zorundalar. Sıfır Atık Yönetim Sistemi’ni kuran yerler için, “Sıfır Atık Belgesi” alınmasına yönelik düzenleme yapıldı. Buna göre, ilk etapta temel seviyede belge alınması, daha sonrasında bir yıllık çalışmaları konusu düzenlendi. İşte bu düzenleme ile kâğıt toplama işçilerine sadece Sıfır Atık Belgesi alan işletmelerle çalışmaları zorunluluğu getirildi. Ayrıca bu merkezlerde çalışabilmeleri için onlar da sertifika alacaklar.  

Muhalefete göre ihaleler, iktidara yakın atık toplama merkezlerine verilecek.  (Basın) Yani, buna göre işin altından büyük çapta bir getiri yaratılacak gibi görünüyor.

Bu işin yasal boyutunu bilemeyiz, zaten bizi de ilgilendirmez.  Yapılan düzenleme kimleri zengin edecek, bunu zaman gösterecek.  Ancak burada bir gerçek var ki o da bu düzenlemeyle kâğıt toplama emekçilerinin aç kalacağı gerçeğidir. Yani bu insanların ekmeğiyle oynanıyor…

İstanbul Valiliği, 23 Ağustos tarihinde yaptığı açıklamada atık toplama işleminin çevre ve halk sağlığı sorunlarına neden olduğunu ve huzuru bozduğunu iddia ederek bu işi yasakladığını duyurmuş ve bu merkezlerin haksız kazanç sağladığını belirtmiş. Bu duyuru gereği kâğıt toplayıcılarının depolarına gece yarıları baskın düzenlemiş, depoları yıkılmış, çekçeklerine el konulmuş, cezalar yağdırılmış.

Hani eski Türk filmlerinde görürdük- yaşım gereği ben de çok kere bizzat şahit olmuşumdur- seyyar sokak satıcılarına zabıta baskın yapardı. Zavallıların tezgâhları altüst edilir, malları yerlere dökülürdü. Seyyar satıcılar bu zulmü çaresiz bir şekilde gözyaşlarıyla izlerlerdi. Zabıta, el koyduğu tezgâhlar ile ayakkabı, giyecek ve benzeri malları kamyonlarına yükler, seyyarın eline bir ceza makbuzu bir de depo makbuzu verirdi. Zavallı seyyar cezayı orada öder, mallarını almak için de zabıtanın depolarına gitmek zorunda kalır üstüne bir de depo kirası öderdi. Zulüm bu kadarla da kalmazdı. Depo da başka mallarla iç içe geçmiş, gelişi güzel yığılmış mallarını- çocuklarının rızkını- ayıklamak zorunda kalırdı. Artık, mallarından geriye ne kaldıysa toplar, giderdi.

Günümüzün kâğıt toplayıcılarına yapılan zulmün de hiç farkı yok. Onların tezgâhlarına el konulur, malları adeta gasp edilirdi.  Bunların da kâğıt toplama araçlarına ve depolarına el konuluyor/yıkılıyor, bir de üstüne ceza kesiliyor.

Yani, geçmişten günümüze hiçbir şey değişmemiş. Çözüm yok, zulüm çok!

Ne diyor kâğıt toplayıcısı emekçi;

Çalıp çırpmadan onurumuzla yaşamak için bulabildiğimiz tek iş olan bu işi yapıyoruz. …Bizim kazancımız haksız kazanç değil, alın teridir. Bizim ekmeğimizin hamuru, alın terimizle yoğrulmuştur. Bir düşünün, önünden geçerken burnunuzu kapattığınız çöplerin içinde mecbur olmasa kim, en önemli şeyini sağlığını bile tehlikeye atarak, sigortasız, güvencesiz, yarı aç yarı tok çalışır?” ve ilave ediyor;

“Yoksullarla değil yoksullukla savaşın!”

Haksız mı?

İş yok, yoksulluk çok!

Hem ekmeklerinden oluyorlar hem de gururları inciniyor.  Çünkü valilik, uygulamanın nedenlerinden birinin de huzur ve güvenliğin sağlanması olduğunu söylüyor. E, kâğıt toplama işçisi de haklı olarak soruyor ve sitemleniyor;  “Valilik, huzur ve güvenliği bozduğumuza dair hangi delilleri öne sürüyor? Üstümüzün, başımızın, elimizin kirine bakarak mı böyle önyargılı bir önermede bulunuyorsunuz? Şunu bilesiniz ki bizim kirli olan ellerimizdir, yüreğimiz ise herkesten daha temizdir. Bizim yoksulluğumuz cebimizdedir; gönlümüz, göçmeni, Romanı, Kürdü, Türkü’yle bir ekmeği bölüşecek kadar zengindir”

Kaçımızın bu cümleler içini acıtmaz?

Biz bu ülkenin yoksullarıyız. Ne doğduğumuz yerleri ne milliyetimizi ne de yoksul ailelerin çocukları olmayı biz seçmedik. Dünyaya böyle geldik. Yaşadığımız tüm çilelere ve zorluklara rağmen doğduğumuz topraklarla da yoksul ama namuslu ailelerimizle de gurur duyuyoruz. …Sizler de kamu idarecisi kimliğinizle bizim de bu halkın bir parçası olduğumuzu ve herkes kadar yaşam hakkımızın olduğu bilinci ve sorumluluğu ile yaklaşın.”

***

Yazının başlığını bir kâğıt toplama işçisinin konuşmasından aldım:

“Yoksulluğu biz yaratmadık!”

Çok doğru, yoksulluğu ne onlar ne biz ne de başka vatandaşlar yaratır. Yoksulluğu, ülkeyi yönetemeyen iktidarlar yaratır. İstihdam yaratamayan, yanlış göç politikaları nedeniyle ülkeyi kaçak işçi çalıştırma cenneti haline getirip, vatandaşın ekmeğine ortak eden; üretim yapamayıp, koskoca bir ülkeyi ithalat bağımlısı haline getiren, geliri eşit dağıtamayan, vergiyi tabana yayamayan; sıkıştıkça vatandaşın sırtına vergi yükü bindiren, hükümetler yaratır.

Hükümetlerin görevi, halkın sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarını karşılamak, onları rahat ettirmektir. Derdini anlatan vatandaşa, hiçbir kamu görevlisi “Git, derdini Vali’ye söyle!” diyemez! Derse, bedelini sandıkta öder!

Tülay Hergünlü

İstanbul, 8 Ekim 2021