İstanbul otobüsünün kalkış saatine kadar dağdan yeni inmiş pür perişan bir grup olarak kısa bir şehir turu attık. O yıllarda Niğde şehirlisi ara sıra caddelerde gezen, dağdan inmiş ve insan kılığından çıkmış tiplere yeni yeni alışıyordu… Bu ilk Aladağlar tecrübemin ve ilk Türk Sherpası’yla tanışmamın hikayesini, o gün İstanbul’a döneceğimiz otobüste yaşadığım bir anıyla bitirmeden edemeyeceğim… Bizim ekip tabiatiyla biletliydi, oturacağımız koltuklar belliydi. Nitekim çantalarımızı bagaja verip koltuklarımıza oturduk ve otobüsün hareket etmesini beklemeye başladık. Kısa sürede binenler kendi koltuklarını doldurdular, otobüs yolcuları tamamdı, lakin binenlerin ardı arkası kesilmiyordu. Köylü kadınlar, çocuklar koridoru doldurdu ve çoğu yere oturdu… Ne oluyor demeye kalmadan otobüs hareket etti… Evet tahmin edileceği gibi o zamanlar 12-13 saat çeken İstanbul yolunu bir belediye otobüsü karmaşasında gitmiştik… Allahtan 7 günlük dağ yorgunluğu ve kıçımızın koltuk görme rehavetiyle uyuya kalmıştık…

Hayatı boyunca Aladağlar’da kayadan kayaya sekip yaşayan Avcı Mehmet Ağa, son günlerinde merdiven basamağından düşüp rahatsızlanınca ben yine Aladağlar’da, Şişli Terakki Lisesi öğrencilerini Demirkazık Dağevi’nde ağırlayıp doğa eğitimi veriyordum. Memed Ağa’nın oğlu Sadettin milli park görevlisi olarak bizden bilet kesmeye gelmişti. İlk sorum “Mehmet Amca nasıl iyi mi?” diye sorunca, Sadettin “Hocam, iyi değil hem de hiç iyi değil, düştü… Niğde devlet hastanesine kaldırdık, birazdan ben de yanına gideceğim” diye cevap verince durumu öğrendim… İki gün sonra Sadettin tekrar Dağevi’ne geldiğinde “Hocam durumu biraz daha iyi, ben seslenince tepki verdi ama şuuru yarı kapalı” cevabını alınca biraz rahatlamıştım… Sonraki günlerde devlet hastanesinin önünden defalarca geçmeme rağmen yoğun bakımda olduğu için ailesi dışında ziyarete izin verilmemesi nedeniyle Mehmet Amcayı son bir kez görme şansım olamadı.

Belki de özellikle görmek istememiştim, bilmiyorum… Ben Avcı Mehmet Ağa’yı hep 1990 yılı Temmuz ayında, Avcı Veli Dağ Geçidinde bize doğru yaklaşan Efsane Türk Alpinisti olarak hatırlayacağım… Şimdiki aklım olsaydı, o ilk tanışmamız sürecinde yüzlerce kare fotoğrafını çekerdim… O zamanlar analog makine ile dia pozitif film kullanırdık. Dia arşivimi tarayacağım, umarım tek kare de olsa bir fotoğrafını bulabilirim ve paylaşabilirim…

Yolun açık, ruhun şad olsun Mehmet Amca… Aladağlar’ın bağrında bizi karşılamayı unutma…rsitesi dağcılık kulübünde Atilla Erdemli hocamızın önderliğinde teorik dağcılık eğitimlerimizi tamamladıktan sonra ilk ciddi tırmanış eğitimimizi almak üzere, 1990 yılı Temmuz ayında bir haftalık bir faaliyet için Aladağlar’a hareket ediyoruz… Niğde’ye varınca hemen bir Çamardı minibüsünü kapatarak tavan bagajına çantalarımızı yerleştiriyoruz… Cüssesinin yüksekliği neredeyse iki katına çıkmış minibüsle tek şeritli eski Çamardı yolunun araziye uyumlu virajlarından savrula savrula doğrudan Martı Mahallesi’ne kendimizi atıyoruz… 12 kişilik ekibimizde Atilla Erdemli ve Yıldırım Güngör gibi daha önce defalarca Aladağlar’a gelip tırmanış yapanlarımız yanında çoğumuz ilk defa Aladağlar’ın muhteşemliği ile tanışıyoruz… Malzemelerimizi bir evin damına indiriyoruz.



Bu arada yaşlı ama taşı sıkıp suyunu çıkartacak dinçlikte bir amca bizi karşılıyor… Erdemli hocayla Yıldırım’ın bu amcayı daha önceden tanıdıklarını anlıyoruz. Birbirlerine sarılıp hasret gideriyorlar ve hal hatır soruyorlar. Sonra sırasıyla biz de tanışıyoruz, el öpüyoruz… Sanıyoruz ki dağa girmeden önce soluklanıp yemek yemek, yorgunluk çayı içmek ve kısa bir misafirlik etmek için uğradığımız bir köylü… Yeni demlenmiş çay servis edilirken ağaç gölgesindeki damda yerlere serilmiş halde gittikçe koyulaşan sohbeti dinliyoruz… Sohbet konusu giderek dağcılığa ve Aladağlar’ın bu sezonki su ve kar durumuna kayıyor… Dinledikçe, ev sahibi amcanın sıradan bir köylü olmayıp Aladağlar’ın detayları hakkında tam bir tecrübe abidesi olduğunu anlıyoruz… Kısık bir ses tonuyla Yıldırım’ı dürtüp “Kim bu Amca?” diye soruyorum… “Bak bu Amca var ya” diyor Yıldırım, ve “Kendisine Avcı Mehmet Ağa derler, Aladağlar ondan sorulur, gerçek bir Türk Sherpası’dır, dağcı dostudur…” diye sözünü tamamlıyor…


Çaylı sohbetin ardından biraz dinlendikten sonra evin içindeki geniş odaya davet ediliyoruz. Ortaya kurulan yer sofrasının etrafındaki döşeklere sıralanıyoruz. Yöreye özgü yufka ekmekten yapılan ve sıkma adı verilen, peynirli, patatesli, soğanlı-domatesli çeşitleri bulunan böreğe doyuyoruz, kana kana yayık ayranı içiyoruz. Çamardı balı ve tereyağına tatlı niyetine dalıyoruz… Şimdi, 14 yıldır Niğde’ye yerleşmiş olmama ve bu yöresel ziyafeti sürekli çekmeme rağmen, Mehmet Amca’nın evindeki o ilk sıkma ziyafetinin lezzetini bir daha bulamadığımı belirtmeden geçemeyeceğim…

Velhasıl, Mehmet Amcayla bu tadına doyum olmayan ilk tanışmamızın ardından artık hazırlanıp dağa girme zamanı geliyor… Malzemelerimizi kontrol ediyoruz ve kamp yüküyle sıkı bir dağa yaklaşma yürüyüşüne hazır hale geliyoruz… Mehmet Amca bizimle vedalaşırken Atilla Erdemli hocamızla bir dönüş planı yapmaya başlıyor… Erdemli Hoca: “Ağa, bizi 7. günde 4 eşekle Sıyırmanın Döleğinden (Koca Dölek) gelip alasın…” Helalleşiyoruz ve kamp yüküyle köyün arkasındaki dere yatağından düzlükteki patikaya çıkarak önce Sarı Memedin Yurdu’na yürüyoruz. Yalak başında molamızı verdikten sonra Emli Vadisi’ni de yürüyerek Sıyırmanın Döleğine varıyoruz ve ana kampımızı kuruyoruz. Ortalık şenlik yeri… Yaylacılar, Akşampınarı’ndan hortumlarla suyu döleğe indirmişler, su derdi yok… Tek direkli kızılay çadırları kurulmuş, ocaklar yakılmış, küçük yaylacı çocukları koşuşturarak etrafımızı sarıyor… Yanımızda getirdiğimiz çukulatlardan ikram ediyoruz, sevinçleri gözlerinden fışkırıyor… Ardından yaylacılar yanımıza geliyor, tanışıyoruz… “Yorgunsunuz akşam yemeği için uğraşmayın, Allah ne verdiyse biz ikram edelim” diyorlar, kırmıyoruz… Çoğumuz İstanbul’dan gelmiş şehir çocukları olarak ilk defa insanın bozulmamış en saf, en doğal halini tanıyoruz…

O gece ilk gerçek dağ kampının heyecanı yanında, o yıllarda etrafta yüzlercesi, binlercesi bulunan puhu kuşlarının boğuk ötüşleri ve çoban köpeklerinin ara sıra yukarılardan yaklaşan vahşi hayvanların kokularını aldıkça yaptıkları uyarı havlayışları arasında uykusuz geçiyor… Ertesi sabah erken kalkıp sıkı bir kahvaltının ardından aklimatizasyon yürüyüşlerine başlıyoruz. Kaldı buzuluna doğru kaya setlerine girip antrenman yapıyoruz. Bu arada jeolog olan Yıldırım, kayaçlar ve tektonik yapı hakkında ekibi bilgilendirirken ben de özellikle karst ve buzul jeomorfolojisi hakkındaki gözlemlerimi aktarıyorum… Aladağlar’da dağcılığının 30.ncu yılını kutlamaya gelen hocamız Atilla Erdemli’nin gözünde Aladağlar bir başka anlam kazanıyor ve şaşkınlığını dile getirmekten kaçınmıyor…

İkinci gün nihayet zirve tırmanışlarımıza başlıyoruz ve bazısında iki ekibe ayrılarak 7 günde toplam 11 zirve yaparak, zirve defterlerine, ölümünün birinci yılında rahmetli Recep Çatak anısına notlar düşüyoruz… Son gün hocamızın dağcılıktaki 30.ncu yıldönümünü, hocanın solo tırmanış isteğine karşı gelerek peşine takılıp Kaldı Zirvesi’nde kutluyoruz. Zirveyi yapıp öğleden sonra Avcı Veli geçidine iniyoruz ve Sıyırmanın Döleğindeki ana kampa inmek üzere hazırlanıyoruz…

Ana kampta Avcı Mehmet Ağa ile buluşma ve kampı toplayıp dağı terk etme günündeyiz… Ancak henüz 3100 metredeyiz ve yorgunluğumuz had safhada ve daha uzun bir iniş rotası bizi bekliyor… Zirve çantalarımızı bile ciddi bir fazlalık görüyoruz ama çare yok, pilimiz bitik halde, kaslarımız isyan halinde ana kampa inmeye mecburuz… Fakat tam o sırada aşağımızda kalan Parmakkaya’nın üzerindeki son kaya basamağını aşmış, bulunduğumuz vadi köküne doğru yaklaşmakta olan bir kişi görüyoruz… O da ne! Peşinde de iki eşek !.

Erdemli Hoca bize dönüp “Gözünüz aydın çocuklar yükünüzden kurtuldunuz, Avcı Mehmet Ağa geliyor…” deyince, sevinç ve şaşkınlıktan “Helal olsun beaa!..” diye haykırdığımızı hatırlıyorum… İşte Avcı Mehmet Ağa’yı asıl şimdi tanımaya başlamıştık… Tipik Avusturya alpinist kıyafetler ile Çukurbağ geleneksel kıyafetlerinin karışımından sentezlediği giyim tarzıyla emin ve dinç adımlar atarak bize doğru yaklaşıyordu… Başında kasket, kareli uzun kollu oduncu gömleği, siyah yarım pantolon, dize kadar çekilmiş kırmızı renkli uzun çorapları ve ve ve tabiki ayağında kara lastikler… Elinde baton niyetine kendi yaptığı yöresel asası ile bizi selamlayarak yanımıza ulaştığında, Avcı Memed ile tekrar ama aslında gerçek anlamda ilk kez tanışmıştık!..

Bize yaptığı sürprizin keyfini yansıtan yüzündeki anlamlı tebessümü hiç unutamam… Sanki, “Biz daha ölmedik, dağlar durdukça yaşarız…” der gibiydi… İki soluklanmasını bekledikten sonra, Erdemli Hoca: “Yahu Mehmet Ağa, hani aşağıda ana kampta buluşacaktık, niye buralara kadar zahmet ettin…” diye sorunca, Mehmet Ağa: “Vallaha Sıyırmanın Döleğine kadar gelmek beni kesmedi, aşağıda pinti pinti sizi bekleyeceğime yanınıza çıkayım, sizi erken alayım dedimdi…” cevabı üzerine bizden bir kez daha “Helal olsun beaaa!..” naraları etraftaki duvarlardan yankılandı…


Bu sırada peşi sıra gelen iki eşek de yanımıza ulaşmıştı. Hemen, üzerimizde sadece sularımız kalacak şekilde, ne kadar yükümüz varsa eşeklere yükledik ve Erdemli hocanın “İniş serbeeessttt!..” komutuyla elimizi kolumuzu sallaya sallaya, türküler eşliğinde inmeye başladık… Çömez grubu Erdemli Hoca ve Memed Ağa ile birlikte, eşeklerin yükünü kollaya kollaya inişte geride kalırken, Yıldırım liderliğindeki tecrübeli grup kısa sürede gözden kaybolmuştu bile… Ana kampa vakitli inmiştik. Derhal kampı toplamaya başladık ve Memed Ağa’nın kampta bıraktığı diğer iki eşekle birlikte toplam 4 eşeğe bütün kamp yükümüzü yükledik ve yine elimizi kolumuzu sallaya sallaya şarkı türkü eşliğinde Emli Vadisi, Sarı Memedin Yurdu ve Martı Mahallesi güzergahını yürüdük… Köye yaklaşırken eşekler arkada kalmıştı ama nereye geleceklerini biliyorlardı. Bu sırada arkamızdan acı acı bir eşek anırması duyduk… Geriye dönüp baktığımızda eşeklerden birinin takatinin kalmadığını ve yere yığılmakta olduğunu gördük… Mehmet Amca gülerek: “Eşeklerden biri buraya kadar, haydi çocuklar gidip şunun üzerindeki yükü paylaşıp sırtlanalım” deyince hemen bir operasyonla eşeği rahatlattık… Köye vardığımızda yine bir Avcı Mehmet Ağa geleneksel ziyafetinden sonra ayağımıza gelen Çamardı minibüsüyle Niğde şehir merkezine döndük…


İstanbul otobüsünün kalkış saatine kadar dağdan yeni inmiş pür perişan bir grup olarak kısa bir şehir turu attık. O yıllarda Niğde şehirlisi ara sıra caddelerde gezen, dağdan inmiş ve insan kılığından çıkmış tiplere yeni yeni alışıyordu… Bu ilk Aladağlar tecrübemin ve ilk Türk Sherpası’yla tanışmamın hikayesini, o gün İstanbul’a döneceğimiz otobüste yaşadığım bir anıyla bitirmeden edemeyeceğim… Bizim ekip tabiatiyla biletliydi, oturacağımız koltuklar belliydi. Nitekim çantalarımızı bagaja verip koltuklarımıza oturduk ve otobüsün hareket etmesini beklemeye başladık. Kısa sürede binenler kendi koltuklarını doldurdular, otobüs yolcuları tamamdı, lakin binenlerin ardı arkası kesilmiyordu. Köylü kadınlar, çocuklar koridoru doldurdu ve çoğu yere oturdu… Ne oluyor demeye kalmadan otobüs hareket etti… Evet tahmin edileceği gibi o zamanlar 12-13 saat çeken İstanbul yolunu bir belediye otobüsü karmaşasında gitmiştik… Allahtan 7 günlük dağ yorgunluğu ve kıçımızın koltuk görme rehavetiyle uyuya kalmıştık…

Hayatı boyunca Aladağlar’da kayadan kayaya sekip yaşayan Avcı Mehmet Ağa, son günlerinde merdiven basamağından düşüp rahatsızlanınca ben yine Aladağlar’da, Şişli Terakki Lisesi öğrencilerini Demirkazık Dağevi’nde ağırlayıp doğa eğitimi veriyordum. Memed Ağa’nın oğlu Sadettin milli park görevlisi olarak bizden bilet kesmeye gelmişti. İlk sorum “Mehmet Amca nasıl iyi mi?” diye sorunca, Sadettin “Hocam, iyi değil hem de hiç iyi değil, düştü… Niğde devlet hastanesine kaldırdık, birazdan ben de yanına gideceğim” diye cevap verince durumu öğrendim… İki gün sonra Sadettin tekrar Dağevi’ne geldiğinde “Hocam durumu biraz daha iyi, ben seslenince tepki verdi ama şuuru yarı kapalı” cevabını alınca biraz rahatlamıştım… Sonraki günlerde devlet hastanesinin önünden defalarca geçmeme rağmen yoğun bakımda olduğu için ailesi dışında ziyarete izin verilmemesi nedeniyle Mehmet Amcayı son bir kez görme şansım olamadı.

Belki de özellikle görmek istememiştim, bilmiyorum… Ben Avcı Mehmet Ağa’yı hep 1990 yılı Temmuz ayında, Avcı Veli Dağ Geçidinde bize doğru yaklaşan Efsane Türk Alpinisti olarak hatırlayacağım… Şimdiki aklım olsaydı, o ilk tanışmamız sürecinde yüzlerce kare fotoğrafını çekerdim… O zamanlar analog makine ile dia pozitif film kullanırdık. Dia arşivimi tarayacağım, umarım tek kare de olsa bir fotoğrafını bulabilirim ve paylaşabilirim…


Yolun açık, ruhun şad olsun Mehmet Amca… Aladağlar’ın bağrında bizi karşılamayı unutma…

Yazı ve Fotoğraflar: Dr. Cengiz KAYACILAR


Niğde Gelişim Dergisi’nde Yayımlanan ve Niğde Akut ekibinden sevgili arkadaşlarım Nedim Urcan ve Dursun Şimşek tarafından birkaç yıl önce gerçekleştirilen bir röportajı aşağıda veriyoruz… Kendileri belki daha detaylı bir metni ve fotoğrafları internet ortamında paylaşacaklardır…



Mehmet Taşyalak (Avcı Mehmet Ağa)

Dağlar… Dağlar… Çoğumuz için gereksiz gibi görünse de dağcılık, çoğu insanın vazgeçemediği bir tutkudur. Niğde Demirkazık Dağı da yıllardır dağcıların en çok tercih ettiği yerler arasındadır. Her yıl dağ sporlarıyla uğraşan yerli ve yabancıların özel ya da gruplar halinde uğradığı bir bölgedir. Alanın çok geniş ve sarp olması zaman içinde bölgeyi iyi bilen insanların öncülüğüne ihtiyaç duyulmasına neden olmuştur. Mehmet Taşyalak da yıllardır bu görevi büyük bir özveriyle yapmış yerel bir rehberdir. Namı yurtdışındaki dağcılara kadar uzanmış olan Mehmet Taşyalak, şimdilerde ilerlemiş yaşından dolayı inzivaya çekilmiş ve çok sevdiği dağları uzaktan izliyor… Kendisini ziyarete gittiğimizden habersiz, bizi görünce rehberliğine ihtiyaç duyan dağcılar sanıyor…



Dağdan mı geldiniz dağa mı gidiyorsunuz?

Dağdan da gelmedik, dağa da gitmiyoruz. Niğde’den seninle konuşmak için geldik.

Hoş geldiniz sefalar getirdiniz.

Sizinle sohbet edip, eskilerden konuşmak istiyoruz. Müsaitsen?

Evet, tabi. Artık bir işimiz yok, her zaman müsaidiz. İş yok, güç yok. İş olsa da yapacak güç yok artık…

Çay mı içelim, kahve mi?

Bir çayını içeriz Mehmet Amca…

Bildiğimiz kadarıyla bu dağlarda rehberlik yapan ilk kişi sizmişsiniz?

Evet, zaten daha önceleri buralar o kadar bilinmiyordu. 1965’lerde Rasıh Osman, federasyon başkanlığı yapıyordu. Muzaffer Erol Gez Mersin’den, o da as başkanlık yapıyordu. Onlarla tanıştık ilk olarak. Dağa gittik üçümüz.

Kaç yaşındaydınız o zamanlar?

Valla tam hatırlamıyorum ama 50 falandım her halde. Dağa gittik, Rasıh Osman’ın çadırı hem mutfak çadırımız hem de kendisi orada yatıyor. Muzaffer Erol Gez’le bizim ayrı bir çadırımız var. O zamanki çadırlar tek kat federasyon çadırları. Tulumlarımız falan yok şimdiki gibi, köyden yorganlar falan aldık. Rasıh Osman’ın çadırında yedik içtik, sohbet ettik. Erol Gez’in çadırına geldik. Dedi ki Erol Gez; Mehmet Efendi (önceleri efendiydik, şimdi Ağa olduk, ama parasız ağa. :-) ). “Biz bir iş yapacağız ama zifiri karanlık olacak”. Öyle deyince ben şüphelendim tabi, ne diyor bu dedim kendi kendime. Bunlar sanırım tehlikeli adamlar diye düşündüm. Belimdeki bağ bıçağını gizliden hazırladım. Neymiş? dedim. “Çadır içindeki mumu söndüreceğiz ve bekleyeceğiz, gökyüzündeki yıldızın ışığı çadırın içine vuruyorsa, yorganı kafamıza çekeceğiz” dedi. Allah Allah dedim, bu adam ne diyor acaba… Kendi kendime bir fırsatını bulup kaçayım şuradan dedim. Meğerse fotoğraf makinesinin filmini mi ne değiştirecekmiş, ortamın karanlık olması gerekiyormuş. Adamın yapmak isteğini düşündüm, kendimin düşündüklerini, baya bir gülmüştüm kendime :-) . Böylece ilk olarak onlarla tanıştım. Daha sonra İstanbul’dan gelen özel turlara rehberlik yapmaya başladım. Sonra özel bir tur firmasında 10 sene çalıştım. Daha sonraları yurt dışından ismimi duyanlar gelip, beni bulmaya başladılar onlara rehberlik yaptım uzun bir süre. Son zamanlarda epeydir de yapmıyorum artık rehberlik. Zaten dağa da çıkamıyorum, yaşlandık. Federasyonla birlikte epey kamplar yapmıştık ama.

Şimdilerde federasyondakilerle görüşüyor musunuz, sizi ziyaret ediyorlar mı?

Tabi, Alaaddin Karaca’yla çok iyi görüşürüz. Ama bizim dağcı milleti vefasız ve birbirini pek çekemez. Birinin yaptığını bir diğeri gelip bozar. Mümtaz Çankaya diye bir adam, Yedi Göllere bir ev yapmıştı mesela, karda kıyamette dağda kalanlar oraya sığınabiliyorlardı. Ama öldükten sonra yaptığını da yıktılar.

Bir de eskiden duvar tırmanışları için gelen Avrupalılar vardı değil mi?

Evet, ilk olarak Avusturyalılar gelmişlerdi. Kuzey yamacından ilk onlar tırmandılar. Ondan sonra İtalyalı Sergio isminde birisi çıktı. Daha sonra Bulgarlar çıktı sonra da bizimkiler çıkmaya başladılar. Recep Çatak o zamanlar sağdı işte, biliyorsunuz mezarı burada, Doğan falan çıktılar…

Mehmet Amca bu kadar adam gelip gidiyor tırmanış için buralara. Bunların köylüye bir faydası oluyor mu?

Tabi olmaz olur mu? Ufak tefek taşımacılık yapıyorlar, rehberlik falan. Mesela ben bir aralar çok halı satıyordum gelenlere, el işi halılar. Ama şimdilerde artık pek satılmıyor. Zaten şimdi o halılar da yapılmıyor. Eskiden buralarda 10 tane sürü vardı. Şimdi iki sürü var onları da birleştirsen ancak bir sürü eder. Şimdiki gençler dağda taşta koyunla uğraşacağıma, gider üç ay dondurma satarım diye düşünüyor artık.

Peki, siz köy halkı olarak gelen yabancı gruplara el işleri ve gıdalar hazırlasanız ve satsanız iyi olmaz mı?

Olur tabi. Ama iş rehberlerde bitiyor. Mesela ben diyorum ki, bende halı var gösterelim alan olur belki diyorum. O direk bana bunlar almaz öyle şeyler deyip geçiştiriyor. Bizde de dil falan yok ki, anlatalım, meramımızı. Bir de şöyle bir örnek yaşadım. Mesela benim halım 500 YTL. Rehber, turiste söylüyor 5.000 YTL. Böyle olunca da fiyatı çok bulan turist almıyor haliyle. İlla götürüp Kapadokya’dan alış veriş yaptıracaklar yani…

Avcı ismini nereden aldınız, Avcılık mı yapıyordunuz?

Evet, avcılık yapıyordum. Av için dağlara çıktığımda ilk defa dağcıları görmüştüm. Bunlar neden çıkarlar ki bu dağlara diye düşünürdüm. Hep, ne var ki ben on sefer çıkıp, iniyorum derdim. Tabi, tırmanış nedir, dağcılık nedir, spor nedir bilmeyiz. Onları öyle görünce hep derdim. Madem geliyorlar bari ellerinde bir tüfek olsa da gelmişken av yapsalar olmaz mı diye. Tabi daha sonra tanıştığımız dağcıların çoğu bana bu konuda hep nasihatlerde bulunurlardı. Hayvanları bırak özgürce otlasın, dolaşsınlar diye. Hatta bir keresinde bana bir dağ keçisinin olduğu bir fotoğraf hediye ettiler. Buna bak da hevesin geçsin, hayvanlara dokunma diye.

Şimdi pişman mısınız avcılıktan dolayı?

Evet, sonuçta onlar da bir can taşıyor. Çok yanlış yapmışız. Gençtik, cahildik. Onu da bir yaratan var değil mi? Mesela yaralı halde kaçırdığım çok hayvan oldu. Şimdi onların çektikleri acıyı düşündükçe çok üzülüyorum.

Bildiğimiz kadarıyla oğlunuz milli park görevlisi?

Evet, bizim zamanımızda milli park falan yoktu tabi. Bölge milli park sahası ilan edilince oğlum da burada görev aldı. Şimdi bana sıkı sıkı tembih ediyor. “Baba ava falan çıkarsan ilk önce seni yakalarım bilesin” diyor. Bu kadar da görevine sadık yani… Şimdi kontrolsüz av yok.

Yine de oluyordur kaçak av?

Tabi ama epey azaldı, kontroller sayesinde. Av sezonu açıldığında da öyle rastgele avlanmıyorlar, her önüne gelene sıkmıyorlar bu da iyi bir şey yani. Eskiden bizim buralar tütün kaçakçılarının geçiş bölgesiydi. Dağlık alanlardaki ormanlar sık olduğu için Adana bölgesinde yetiştirilen tütünler buradan atlarla Kayseri’nin köylerine geçirtilirdi. Daha sonra kaçak orman kesimleri bir ara hızlanmıştı. Jandarma beklerdi hep, şimdi o da bitti kala kala av kaldı. Bunun sonu ne olur bilmem…

Sizin köyden şehre bayağı bir göç olmuş sanırım. Çoğu yer boş?

Şehre, iyi kötü geliri olanlar gidiyor, onu anlıyorum da, bir de hiçbir geliri olmadığı halde falan filan gitmiş ben niye burada durayım deyip gidenler var onları anlamıyorum. Bizim erkekler sanırım biraz kılıbık, kadınlar ne isterse onu yapıyorlar… Şimdi devir hanımlarla, affedersiniz eşeklerin devri. Eskiden eşekler bir gün evde duramazdı işten güçten, şimdi onlar da çok rahat…

Dağcılarla halk arasında hiç sorun yaşanıyor mu?

Buralarda pek sorun olmaz. Kaçgarlar’da falan oluyormuş ufak tefek hırsızlıklar. Burada bir keresinde Alaaddin Karaca kamp müdürü, kampta da bir kural var; katılacak olanlar kesici ve patlayıcı malzemeyle kampa alınmayacak diye. Ama iki üç kişi bu kuralı ihlal etmişler, silahlı bıçaklı gelmişler. Bu nedenle kampta bir kargaşa yaşandı. Diğer kampçılar da rahatsız oldular ve gününden önce kampı terk ederek, ellerinde kağıt kalem doğru müdürün kapısına dayandılar. Üstelik bir de kampı erken bırakmak zorunda kaldıkları için iaşe bedellerinin kendilerine ödenmesini istediler. Karaca da yahu ben ne yapayım şimdi, beni bana şikayet ediyorsunuz. Kendime nasıl ceza vereyim demişti. Bu olaydan başka ciddi bir şey yaşamadık buralarda.

(Nedim Urcan, Dursun Şimşek ve Niğde Gelişim Dergisi’ne Teşekkürlerimizle…)

Kaynak : http://www.su-meru.com/arsivler/8978



Editör: TE Bilişim