Sezai Karakoç’un Ardından

Abone Ol

Geçtiğimiz günlerde ömrünü İslam davasına adamış, çağımızın büyük yol göstericilerinden, neslimizin mimarı bir çınar daha bu fani dünyaya veda etti. Arkasında tertemiz düşünceler ve örnek olacak bir hayatı, miras bırakarak... O, bizim manevi babamızdı ve gidişiyle birlikte adeta öksüz ve yetim kaldık…

Üstadın ani vefatını duyar duymaz dört arkadaş Anadolu’nun bir şehrinden büyük bir üzüntü içinde yola çıktık. Hatıralarım bir bir gözümde canlandı. Onun eserleriyle ilk tanışmam 1977, yüz yüze görüşmelerim ise 1986 yılında başlamıştı. Onun eserlerinde insan ve toplumla ilgili değerlerimizin, gösterişten uzak, hikmetle yoğrulmuş ve içimize işleyen bir anlatımı vardır. Elbette üstadla ilgili yazılacak ve söylenecek çok şey var. Şu sözleri ne demek istediğimizi sanırım açıklamaya yeter:
“Bin yıllık ömrüm olsa, ömrüm boyunca konuşmam ve yazmam nasibimde varsa, hep Müslümanların birleşmesinden, bir araya gelip şuurlu birliklerini oluşturmalarından bahsederim. Bundan bıkmam ve yılmam. Çünkü: bundan daha büyük bir dava bilmiyorum. Tüm faaliyetim, İslamın bir savunması ve bu savunmanın özü de, Müslümanların uyanıp dirilmeleri, birleşmeleri ve kendilerini dış aleme karşı koruma gücüne ermeleri yönündedir zaten.” (S. Karakoç, Yapı Taşları Ve Kaderimizin Çağrısı–ll , s.92)

Şehzadebaşı Camii haziresindeki toprağın onu bağrına basışı gibi orada toplanan binlerce insan ve ülkemizin birçok yerleşim yerinde kılınan gıyabi cenaze namazları ile onu sonsuzluğa uğurladı. Çünkü O, bu toprakların insanıydı ve bu toprakların kıyamete kadar Müslümanların olması için her türlü mücadele ve fedakârlığın yapılması gerektiğini savundu.
Sezai Karakoç’un eserlerinde işlediği en temel konulardan biri de ölümdü. Bir şiirinde şöyle seslenir:
“Doktor istemem annem gelsin,
Yataklar denize atılsın,
Çocuklar çember çevirsin,
Ölürken böyle istiyorum.”

Cenazesinin niçin Şehzadebaşı Camiinden kaldırıldığı ve bu caminin haziresine gömüldüğü sorusunun cevabı da 1962 yılında yazdığı “Şehzadebaşı’nda Gün Doğmadan” isimli şiirinde vardır:

“Yerleşecek yer aramak
Camiinin avlusunda
Soğuk bir taşa oturmak
Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda”

İnanıyorum ki, O’nun ruhu, ‘Kıyamet Aşısı’yla şuurlandırdığı bir nesli, Diriliş neslini yetiştirerek aramızdan ayrıldı ve inşallah berzah aleminde de özlemini duyduğu ‘Yitik Cennet’ini buldu.

“Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara
Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi…”

Peygamber çiçeği, Üstadın doğup büyüdüğü Ergani’deki Zülkifl Peygamberin makamının da bulunduğu dağda açan bir çiçekmiş... Belirtmeliyim ki, dağ imajı da onun birçok şiirinde ve yazılarında önemli bir yer tutar. Bunun sebebini de yazdığı şu satırlarda görmek mümkündür:
“Her insanın içinde büyüyüp gelişen, rüzgâr akıtan, sır gümüşünü seslendiren bir dağ vardır. Hayat önünde sıkışan her insan o dağa kaçmayı hayaller hep.
Dağların, yeri sarsıntısız tutmak için yaratıldığını belirten, kutsal hüküm, ruhçu yoruma, insan ruhundaki dağa da işaret etmiş olmuyor mu bir bakıma?
Nuh’un gemisi bir dağa indi.
Hz. Musa’ya Sina Dağı’nda yol gösterildi.
Hz. İsa, meşhur vaazını bir dağda verdi ve dağda yüceliklere çekildi.
Ashab-ı Kehf, bir dağ mağarasına kapandı.
Hz. Peygambere Cebrail Nur Dağı’nda gözüktü.
Yeni insan, dağın bu anlamını ve bu macerasını bilmiyor…” (S. Karakoç, Dirilişin Çevresinde, s.34)

Bazıları, Sezai Karakoç’u yaşarken anlamadı veya anlamak istemedi. Vefatına bu kadar ilgi duyulmasında bu durumun yol açtığı üzüntü ve vicdan azabının bir etkisi var mıydı? bilemiyorum. Cenaze sırasında Kur’an’lar okundu, dualar edildi ve anlamlı konuşmalar yapıldı. Hissettiğimiz üzüntü ve döktüğümüz gözyaşlarıyla adeta kendimizi de ölmüş bir insan gibi düşündük…

Cenaze sırasında yaşanan bazı olumsuzluklardan da bahsetmem sanırım yanlış olmaz ve belki bundan sonra bu tür yanlışlıkların olmamasına bir katkı sağlar. Organizasyon eksikliğinden veya başka nedenlerden kaynaklı olumsuzluklardan biri hem camiden hoparlörle yani yüksek bir sesle Kur’an okunması, hem de camii avlusunda başka bir grup tarafından yine hoparlörle Kur’an okunmasıydı ki, iki okuyuş birbirine karıştı ve yanlış anlamalara neden oldu. Bu durum beni de rahatsız etti ve hemen caminin içine girmeme sebep oldu.

Bence diğer bir yanlışlık; yine bir grubun sık sık ve biraz da sloganvari: “tekbiir! Allah’u -Ekber” diyerek, oradaki sükûneti ve manevi hazzı olumsuz etkilemesi oldu.
Bir diğer olumsuzluk da, kişi ve kuruluşlar tarafından gönderilen çelenklerden bazılarının üzerinin kapatılmasıydı. Çelenk konusunda Necip Fazıl’ın:
“ Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam;
Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam…”
Dediği gibi belki Sezai Karakoç da aynı düşüncedeydi. Ama mademki çelenklerin cami avlusuna alınmasına müsaade edilmiş, üzerlerinin kapatılması bence hoş bir şey olmadı.

“Geldik, çağı gördük ve ürperdik” diyen bir mütefekkir, bir hazan mevsiminde toprağa düştü, bu topraklara binlerce tohum ekerek… Yaşarken gözlerden ırak olmayı tercih etti. Evinde yalnızken vefat etti. Yani ölümü de bir sırdı. Cenazenin kaldırılmasında ise mahşeri bir kalabalık vardı. “ O gitti bize ağlamak kaldı kala kala” demekten başka elimizden ne gelir ki…
Allah rahmet eylesin! Firdevs cennetinde Peygamberimize ve Peygamberimizin yolunda giden insanlara komşu eylesin! (Amin)
Nizamettin Yıldız