Bugün AKP yöneticileri ve yandaşları ılımlı İslam dedikleri İslâm’ı yozlaştırma projesi çerçevesinde Peygamberimizi (S.A.)  Cuma hutbelerinden  ve  kelime-i tevhid’den çıkarmışlardır. Yani Lâilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah yerine Peygamberimizi (S.A.)  hayatlarından çıkararak emperyalist ülkelere yaranmak için sadece Lâilâhe illallah deme yoluna girdiler.
 
¤  İmam-ı Gazalî, Kimya – yı Saâdet isimli kitabının 265. sayfasında, Allahü Teâlâya itaat edenleri Allah için seven kimse, zarurî olarak kâfirleri, zâlimleri, asîleri ve fâsıkları yine Allah için  düşman tutar. Bir kimseyi seven onun dostlarını da sever, düşmanlarına da düşman olur. Allahü Teâlâ, kâfirleri, zâlimleri, âsileri ve fâsıkları sevmez. O halde bir Müslüman fâsık olursa, Müslümanlığı için sevilir, fıskı için de düşman bilinir. Böylece o kimse hem sevilir, hem de sevilmez.
 
Mücadele Sûresi, 22. Âyet :  Allah’a ve âhiret gününe inanan bir toplumun – babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa – Allah’a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki Allah’tan yana olanlar, kuşkusuz kurtuluşa erenlerdir.
Mûcadele Sûresi, 20. Âyet :  Allah’a ve Peygamber’ine düşman olanlar, işte onlar en bayağılar arasındalar.
 
¤  Dün devlet gücünü kullanarak, sırf koltuklarını korumak ya da iktidarda kalmak için hiçbir kimse dinimizi bu kadar aşağılamamıştı. Adlarına cemaat denilemeyecek bazı gruplar kadar dine ve dindarlara karşı dün bugünkü kadar nefret pompalanmamıştı. Geçmişte durdukları yerde, çizgide, onurlulukta duramayanlar bugün geçmişte söylediklerini, savunduklarını yalanlama yollarına girmişler, hırslarını, kinlerini pazarlayarak  özlerindekileri, isimlerinin taşıdıkları anlamları kaybetmişlerdir. Birbirimizi kucaklayarak yarınlara ışık olma yerine dökerek, parçalayarak, zedeleyerek, nefret saçarak, ayrıştırarak, bölerek, huzursuzluk yansıtarak vahim bir görüntü için, dostluğu, hoşgörüyü bir kenara atarak zulümlerde, adaletsizliklerde, masum insanlara yapılan iftiralarda el birliği yapıyorlar. Ben 60 yıldır aynı çizgideyim. Yoldan çıkanlara, şaşıranlara, bu sebeple haykırıyor ve sesleniyorum : Bırakın emperyalistlerin kuklası olmayı, özünüze dönün... Uyanın artık!
Dün ben iftiraya uğradığım zaman da suskundunuz, bu gün iftiraya uğrayanlar karşısında da suskunsunuz!
Önünüze konulan gaflet perdesini kaldırın, en ufacık bir ayırımcılık yapmadan, karıncalarınıza, hayvanlarınıza, ormanlarınıza, bitkilerinize, insanlarınıza, sokaklarınıza, onurunuza, birlik ve beraberliğinize, şanınıza, şerefinize, dilinize,  dininize, çocuklarınıza, ordunuza, yurdunuza, bayrağınıza, tarihinize, ecdadınıza sahip çıkın! AKP yöneticilerine asla güvenmeyin. AKP’den uzaklaşmak ALLAH’a (C.C) yakınlaşmaktır!
 
¤  Bugün AKP yöneticilerinin, Türk Milletine, Türk Milletinin varlık sebeplerine, vatanseverlere, Türk Silahlı kuvvetlerine, Müslüman ülkelere, komşu devletlere karşı sürdürdüğü emperyalist dayanaklı, yanlış, şuursuz, tehlikeli ve sorumsuz politikaların kendilerini, Türk Milletini, Türk devlet yapısını içinden çıkılamayacak sorunlara ittiği gayet açık bir şekilde görülmektedir. Adnan MENDERES’in geçmişte bize yaşattıklarına bir bakın. O da emperyalist dayatmalarla Suriye düşmanlığını politika haline getirmiş, Türk Ordusu’nu Suriye sınırına yığmıştı... Bir toplantısında da halka hitaben Türk Ordusu’nun kahraman generalleri, subayları, astsubayları arasında ayırımcılık yaparak« bana astsubaylar yeter» deme noktasına girmişti. Emperyalistler Saddam Hüseyin’i, Muammer Kaddafi’yi, Hüsnü Mübarek’i nasıl deliğe süpürdülerse İran Şahı Rıza Pehlevi’yi yok etmişler,  Adnan Menderes’i de deliğe süpürmüşler ve idam sehpasına çıkarmışlardı. AKP yöneticileri de bugün hiç tereddüt hissetmeden Adnan MENDERES’in yaptıklarını yapıyorlar ve sorumsuzca aynı akıbete koşuyorlar.
Suriye gibi Peygamber (S.A.) dostlarının ve yakınlarının bulundukları ülkelere ya da benim gibi insanlara dokunanlar iflâh olmazlar... Gözleri kararır, idraklerini kaybeder, kinlerinin ya da öfkelerinin davacısı olmaya kalkışırlarsa, sebeplere takılırlar ve sonuçlarına da katlanırlar! Çünkü masumiyet karşısında hiçbir güç duramaz!
 
Benim gibi daha önce bana yaşatılan hukuksuzlukları anlamayanlar, zulmün, adaletsizliğin her türlüsünü yaşamayanlar Silivri mağdurlarını ve onlara reva görülen haksızlıkları da anlayamazlar!
Bugün AKP yöneticileri Müslümanlık kisvesi altında benim yaşadıklarımın bin mislini daha bariz, daha belirgin bir şekilde, devlet gücünü kullanarak, istismar üreticiliği, hukuksuzluk körükleyiciliği yaparak vatanseverlere, devletin bütünlüğünü savunanlara ve Müslümanlara çileler çektirterek yapıyorlar! Elbette bunun bir gün sonu gelecek, şartlar ters dönecek, bu kez onlar sebeplere takılacaklar.
 
¤  Bana iftira, tertip yapıldığı sıralarda beni ziyarete gelen bir polis memuru bana «emperyalistler her bölgede  birkaç kişiyi seçiyorlar ve onların geleceklerini karartıyorlar. Böyle seçtikleri kişilerin, gelecekte söz sahibi olmalarını engelliyorlar ve kendi politikalarının yürümesine engel olabilecek kişileri genç yaşlarda söndürüyorlar veya etkisizleştiriyorlar. Kardeşim kısaca sizin gibi mücadeleci, inançlı ve vatansever insanların siyasî alanda söz sahibi olmaları, üst kademelere gelmeleri emperyalist güçler ya da onların uzantıları tarafından istenmiyor!»
 
İstanbul’da yüksek okulda okurken okuldan aldığım müzelerde araştırma amaçlı serbest giriş kartıyla çalışmalarımı tamamladım. Topkapı Müzesi’nden çıktıktan sonra otobüs durağına doğru yürüyordum. Yolda 40 – 45 yaşlarında bir adamla karşılaştım. Hıçkırarak ağlıyordu. Sordum : Amca bir derdin mi var, niçin ağlıyorsun?
Adamcağız önce tereddüt etti. Sonra anlatmaya başladı :  «Evlâdım ben Urfa’lıyım… Eminönü’nde hamallık yapıyorum. Yani umumi nakliyat ambarlarına sırtımda esnaflar için  kamyonlarla gönderilecek malları taşıyorum. Oğlumu benim gibi perişan olmasın diye okuyup adam olması için buraya getirtmiştim. Oğlumu dün akşam Aksaray’da Laleli’ye yakın bir yerde bekliyordum. Onunla buluşacaktık. Onu hiç ilgisi olmadığı halde polis ekipleri bazı gençlerle birlikte yakalayıp terörist diye tutuklamışlar. Şimdi Sarıyer Emniyet Amirliği’nde göz altında…Bir tanıdık aradım oğlumu kurtarmak için ama bulamadım. Burada biz garibiz…»
Ben de ona : «Asla garip olamazsın, önce ALLAH (C.C.) sonra burada bizim gibi insanlar her zaman senin gibi güzel insanların yanındandırlar…Amca her şeye rağmen geçmiş olsun… Hiç üzülme, bir çaresi bulunur.  Ben Beşiktaş Emniyet Amiri Burhan Ekici’yi tanıyorum. O da mutlaka Sarıyer Emniyet Amirini tanıyordur. Onun bize tavsiyesine uyarak oraya gideriz, çocuğunu kurtarırız,» dedim.
Adamcağızın yüzü güldü. Bana «Allah senden razı olsun ! Ne zaman oraya gidebiliriz ?»dedi.
Ben : Yarın sabah okula gitmiyorum, Beşiktaş Deniz Müzesi’nin önüne gel, orada buluşalım,» dedim. Onunla ertesi sabah buluşarak önce Beşiktaş Emniyet Amiri’ne gittik. Durumu anlattık. O Sarıyer Emniyet Amiri Mümtaz Baykal’a hitaben bir kart yazdı... Aynı zamanda telefon açtı. Bizim oraya gideceğimizi ve kendisiyle tanışmak istediğimizi, bizimle ilgilenmesini, rica etti.
Bu kez elimizdeki kartla Sarıyer Emniyet Amirliği’ne gittik. Kapıda Muhsin Bursa isimli bir polis memuru vardı. Bizi Emniyet Amiri Mümtaz Baykal’la görüştürmek istemedi. Ben yüksek sesle biraz ısrar edince, Mümtaz Bey odasından dışarı çıktı ve Muhsin Bursa’ya «Arkadaşları niye benimle görüştürmek istemiyorsun?» diye sinirlendi.
İçerde tanıştıktan sonra ona olup bitenleri anlattık. O Muhsin Bursa’ya : «Dün tutukladığınız gencin ifadesini aldınız mı? Derhal onu buraya getirin», dedi. Genç oraya gelir gelmez oldukça duygulandı, önce ağlayarak babasına sarıldı, sonra babasının elini öptü. Babası da kendisini tutamadı, o da ağlamaya başladı. O oğluna : «Bak oğlum benimle ve seninle ilgilenmek için ta buraya kadar gelen bu ağabeyinin ve memur beyin de ellerini öp...» dedi. Mümtaz Bey tabiri caizse altın gibi değerli bir kişiydi. Bize  :   «Gidebilirsiniz, İfadesi de alınmamış, çocuğunuzun hiç suçluya benzeyen tarafı da yok. Geçmiş olsun!» dedi. Biz teşekkür ederek oradan ayrıldık… Adamcağızın dışarıda yüzü gülümsedi. Muhsin Bursa isimli polis ise olduğu yerden  kin dolu gözlerle arkamızdan bizi takip etti. Genç çocuk babasına :«Baba dün sabahki yediğimle duruyorum. Çok acım, fırından bana bir yarım somun alsan…» dedi.
 
İşte  1978 yılında  bu Muhsin Bursa isimli polis bana işkence yapan ekibin içinde yer aldı : Arama esnasında, babama ait eve girer girmez ellerime kelepçe vurdu. Cebimde bulunan paraları cebine indirdi.  «Sen Mümtaz Baykal’ın adamısın… Beni Niğde’ye o sürdü…» diyerek öfkesini işkence safhasında demir çubuklarla bana işkence yaparak kustu. Başıma vurduğu darbe ile tarifsiz bir derde yakalandım. 4 kişilik işkence ekibi işkence sonrası beni muayene yaptırmadan, doktor da yüzümü görmeden, kaçarken kaşını vurdu gibi bir uydurma gerekçeyle rapor oluşturuldu. Daha sonra hayati tehlike içerisinde, baygın halde kaldırıldığım Niğde Devlet Hastanesinin raporu gizlendi. Hastaneye taburcu edilmem için baskı yapıldı. Bu arada beni önce ayaklarımdan zincirle bağlayacaklarını, sonra  üst kattaki hastane odasının penceresinden atacaklarını ve intihar süsü vereceklerini söylediklerini bir mahkûmu bekleyen iki jandarma, bir hastabakıcı ve bana refakat eden annem duydu. Annem hastaneye ait büyük bir kavonuzu kırarak feryat edince içlerinde Muhsin BURSA’nın da bulunduğu polisler hastaneyi terketmek zorunda kaldılar. İşkence sebebiyle vücudumda ve başımda oluşan şiddetli ağrılar nedeniyle Türkiye’de başvurmadığım yer kalmadı. Çalıştığım Bağkur Genel Müdürlüğüne ait doktorların yakın ilgilerine rağmen de sıhhate kavuşamadım. Almanya’da çare aradım, orada da teşhis konulamadı. Vücudum şişmeye başlamıştı. Fransa’ya geçtim. Bu bölgede değerli vatandaşlarımız iki yıl boyunca bana ev tutturmadılar. Yani hepsi beni bağırlarına bastılar. Tavsiye ile bir Japon doktora götürdüler. Doktor «başına sert bir cisim vurulmuş. Bu beyne giden damarların şişmesine ve birbirlerine dokunmasına sebep olmuş» şeklinde bir teşhis koydu ve başarılı bir ameliyat geçirdim. Bu konuyu, işkence safhasını ayrı bir bölümde anlatacağım.
 
Bir gün daha sonra kendisiyle evlendiğim bayan arkadaşım annesiyle bir haftalığına Çanakkale’ye gitmek için o zaman Topkapı’da bulunan garajlara geldiler. Otobüs hareket etmeden önce el çantasını çaldırdı. Ben o sırada Yüksekokul’dan mezun olduktan sonra Koç Holding’e ait Silahtarağa’da bulunan Demirdöküm Fabrikaları AR-GE servisinde iç mimar ve endüstri tasarımcısı olarak çalışıyordum. Bana araç hareket etmeden önce telefon açarak çantasını çaldırdığını bildirdi. Ben de ona «Çantanın içinde adresin, telefon numaran  ve kimlik kartın var mıydı?» diye sordum. O : «Onlar da vardı, ayrıca param ve bileziğim de içindeydi» dedi. Ben o zaman «sen çantanı  hiç düşünmeden yolculuğuna devam et… Sen geldikten sonra çantanı çalanlar mutlaka seni arayacaklar. O zaman bir şeyler yapar, hırsızları yakalatırız,  yolunuz açık olsun», dedim.
Bir hafta sonra İstanbul’a dönen bayan arkadaşıma tahmin ettiğim gibi telefon açmışlar ve «gel çantanı al» diye onu garajlara çağırmışlardı. Hırsızlık şebekesi ona  nerede, saat kaçta bulunacaklarını, Topkapı’daki yerlerini tarif ederek ikinci bir kötülük için adım atmışlardı. Bayan arkadaşımla birlikte anlaştığımız gibi, onların belirttikleri saatte, istedikleri yerde buluşma şartlarını kabul etti. Topkapı garajlar bölgesi Zeytinburnu Kaymakamlığına bağlı olduğu için, konuyu Kaymakam Mustafa Tütüncü’ye ve Zeytinburnu Emniyet Amiri Adnan Bey’e bildirdim. Onlar buluşma saatinde sivil bir araçla emniyet görevlilerinin Topkapı’da olacaklarını ve suçluları yakalayabileceklerini bildirdiler. Mustafa Tütüncü Bey, çok değerli bir kişiydi. Daha önce Niğde’de Vali Muavini olarak görev yaptığını bana söyledi.
Olay yerine açık mavi sivil bir araçla gelen polisler önce bayan arkadaşımı buluşulacak araca gönderdiler. Suçluları kıskıvrak yakaladılar. Bayan arkadaşım polisler ve hırsızlarla birlikte aynı araçtaydı. Polislerin hırsızlarla içli dışlı olduklarını ve onları sebest bırakma karşılığında çantanın içindekilere kendilerinin el koyduklarını bana açıkladı. Ben konuyu önce Zeytinburnu Kaymakamı Mustafa Tütüncü’ye aktardım. Sonra  hırsızları yakalamak için gönderilen polisler hakkında soruşturma açılmasını istedim. «Çantayı aldık, ama içindekiler bu kez hırsızlar tarafından değil polisler tarafından gasbedildi» dedim. Mustafa Tütüncü Bey «Emniyet Amiri Adnan Bey’i arıyarak Topkapı’ya gönderilen M. Övünç ve Ali Ustaoğlu isimli polisler hakkında derhal soruşturma açılmasını» istedi. Ayrıca bizim doğrudan Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunmamızın daha uygun olacağını tavsiye etti.
İşte bu ekip içinde bulunanlardan ve Niğde’ye sürülen Ali Ustaoğlu kendisi hakkında yaptığımız şikayetin intikamını almak için elinden geleni esirgemedi.
 
Üçüncü şahıs Zülkifli Akbaba’yla da Ulukışla ilçesinde tanışmıştık. Ben Beşiktaş Deniz Müzesi’nde Deniz Asteğmen olarak görev yaptığım sırada izinli olarak Bor’a gitmeye karar verdim. Kardeşim Mustafa Zuhurat Çaycı Adana Motor Meslek Lisesi’nde okuyordu. Onu da mektup yazarak filan gün Bor’da olacağım, bana da annemlere aldığın bir tane çelik mutfak bıçağından getir,  diye haber verdim.  Ben sabahleyin Bor’a gelmiştim, o ise  akşam trenle Bor’a gelecekti. Ama o  akşam gelemedi. Epey kuşkulanmıştık. Ertesi sabah Bor Emniyet Amirliği’nde görevli olan bir bekçi, evimize gelerek bana «kardeşiniz dün Ulukışla’da tutuklanmış, haberiniz olsun», dedi.
Ben, annem ve babam oldukça üzülmüştük. Annemle üzerimdeki Deniz asteğmen üniformamla Niğde’ye giderek Emniyet Müdürü ile konuştuk. Oradan bir taksi tutarak Ulukışla’ya hareket ettik. Emniyete ulaştığımız zaman annemle beni orada  Komiser Muavini Zülkifli Akbaba  sert bir şekilde karşıladı.  Bu kişiye «kardeşimi bir gün öncesi sabahtan itibaren gittiğimiz ana kadar ynai 24 saat aç olmasına rağmen bir lokma ekmek dahi vermeyerek aç  bırakan bir adam nasıl emniyeti sağlar, nasıl devlete; millete hizmet ettiğini ifade edebilir?» dedim. Sonra bir lokantaya giderek kardeşime yiyecek yetiştirdim. Sonra annemle  Ulukışla Cumhuriyet Savcısına gittik. Savcı Bey, kardeşimin tren içinde demir şişlerle üstüne gelen kalabalık gençler topluluğundan birini kendisini korumak isterken bıçakladığını, yaralının önce Niğde’ye oradan Ankara’da bir hastaneye kaldırıldığını belirtti. Nefsî müdafa nedeniyle suç işlediği ve kaçmadan, kendiliğinden teslim olduğu için tutuksuz yargılanmak üzere serbest bıraktı.
Biz yaralı genci annemle Ankara’da ziyaret ettik. Genç bizi oldukça anlayışlı ve nazik bir şekilde karşıladı. Babası da oradaydı. Bir kaç gün sonra da iyileşerek hastaneden çıktı.
 
Dördüncü şahıs Polis Memuru İsmet Türeme ise  babamın Av Malzemeleri Bayisi olduğunu, üç ayların başında Bor’da geleneksel olarak kutlanan bir günde yani 22.06.1977 tarihinde Bor Belediyesi Zabıta Amiri Rıza Argen ile 22 kutu fitilli atom, 13 kutu,  25 mantar, 41 mantar tabancası  (10 kutu) gibi eşyalara kaymakamlığın emriyle el koydukları bir tutanağa önceden imza etmesine rağmen bunu bir kenara atarak, 
benimle ilgili bir başka tutanağa, bu kişinin babası av malzemeleri bayisi, ben bunun şahidiyim diye bir şerh koymadan imza atmıştır.
 
«Ev ve müştemilatında yapılan aramada yukarıda 30 kalemden mürekkep maddeler elde edilmesi üzerine yapılan aramada mütevalli harhangi bir zarar ve ziyanın olup olmadığı ev sahibi Üzeyir Lokman ÇAYCI’ya soruldu. Herhangi bir zarar ve ziyanın olup olmadığını bilemiyorum demesi üzerine işbu arama zabıt varakası hazırunlar ve görevliler huzurunda tanzimen imza altına alındı. 9.08.1978» deniliyor.
Halbuki ben belirtilen tarihte Bor’da  bu adreste ikamet etmiyorum. Yetişkinim. Yani 29 yaşındayım. Evliyim, eşim ve oğlum İstanbulda idi. Ben ev sahibi değilim, bu ev bababama aittir annemle birlikte o gün akşam Mersin’den gelmelerine rağmen kendi evlerine polisler tarafından sokulmamışlardır. Arama sabaha kadar sürdülmesine ve varakanın iki sonra hazırlanmasına, jandarmaların da aramaya katılmalarına rağmen bunlar gizlenilmiştir.  Hazırunlar olarak ifade edilmesine rağmen bir tek Muhtar Sezai IRMAK’ın ismi geçmekte ve o da ismi altındaki imza için  bu imza bana ait değil demektedir. Bütün bunlara rağmen polislerin bazıları adına isimleri yazılarak sahte imza atıldığı da bizzat aramaya katılmayan bazı polisler tarafından bana ifade edilmiştir. Ayrıca aramaya katıldıkları halde Niğde bölgesine ait 50 kadar polis içerisinde arama zabtına imza atmayı reddeden polislerin ve jandarmaların isimleri yazılmamıştır. Birçok polis ve jandarma ile yapılan bu arama biçiminin daha başında ölçüsüz, gece yarısı küçük bir ilçede psikolojik yıpratma amaçlı ve hukuksuz olduğu işkenceli sorgulama sırasında devlet büyüklerine, Atatürk’e, ALLAH’a, dil uzattıkları hep birlikte düşünülürse kötü niyetleri, emperyalist bağlantıları açığa çıkmaktadır.
 
Babama ait evde aramaya katıldıkları ifade edilen isimler : Zülkifli AKBABA (Komiser), Halim ÇITIR (Komiser); Orhan YILMAZ (Polis Memuru),
Hasan ORAL (Polis Memuru), Ali USTAOĞLU (Polis Memuru), Muhsin BURSA (Polis Memuru), Cemal ÖZDEMİR (Polis Memuru), Ali AYDEMİR (Polis Memuru), İsmet TÜREME (Polis Memuru)
 
Hazırun olarak Sezai IRMAK’ı (Çay - Karakaya Mahallesi Muhtarı)
Ev sahibi olarak da beni göstermişlerdir. Ben bu gerçeklere aykırı, iftiralarla örülü, kanun dışı, hukuksuz tutanağı imza atmayı işkenceye rağmen reddettim.
 
Babama ait dükkan bölgesinin Muhtar Sezai IRMAK’ın sorumluluk bölgesinde olmamasına rağmen oraya da götürülmesi ve babama ait dükkanın aranması, ruhsatlı, faturalı av malzemelerinin benim üzerime liste halinde suç unsurları olarak yazılmaları bir hukuk skandalı ve suçtur.
Daha hazırlık tahkikâtında, babama ait dükkân ardiyesinin arandığı ve babamın av malzemeleri bayisi olduğu gizlenerek, suçluluğum mahkeme kararıyla kesinleşmeden, ilk gün, henüz arama ve tesbit varakası hazırlanmadan, işkence öncesi, alel acele  gazetelerle, televizyonla ki TRT yöneticilerine de suç işletilerek, teşhir edilmem ise kötü niyetlerinin, çirkin amaçlarının, kinlerinin, hukuksuzluklarının bir başka açıdan da teşhir edilmesidir.
 
Muhtar Sezai IRMAK’ın iki imzasını taşıyan, 26.05.1987 tarihli TUTANAK :
 
¤  1)  09.08.1978 tarihinde Bor Köprübaşı Mahallesi’nde yapılan aramada Üzeyir Lokman ÇAYCI’yı suçlandırmak için  «Arama ve Tesbit varakasına benim ismim altına benim adıma sahte imza atılmıştır. Bu imza bana ait değildir.
¤  2)  Hatta gübre babasına ait av malzemelerini alt alta yazdıklarını görünce kanunsuzluğu işaret ederek imza atmayacağımı söyledim.
¤  3)  Benim muhtarlık bölgem içinde olmamasına rağmen Fikri ÇAYCI’ya ait arama izni olmayan dükkan da arandı. Oradan alınan av malzemeleri, çakmak kavı gibi eşyalar oğlu üzerinde gösterildi. Bu aramaya kanunsuz olarak beni de dahil ettiler.
¤  4)  Arama esnasında normal Fikri ÇAYCI’ya ait eşyaların haricinde suç unsuru diye hiçbir şeyin bulunduğunu görmedim. Aramanın birinci bölümünde vardım. Ev üç kez arandı. 24 saat sürdü. Diğer iki bölümde ne ev sahibi olarak hiçbir kimse vardı, ne de ben vardım. Zaten ilk bölümde ev sahibi olarak annesi ve babası da yoktu.
¤  5)  Arama ve tesbit varakası evde hazırlanmadı. Kimin nereye girdiği neyi aradığı da belli değildi. Zarar ve ziyan tutanağı da tanzim edilmedi. Fotograf makinesini polislerin götürdüğünü gördüm.  Sonradan bu makine teslim edilmemiş.  Annesi ve babası kendi evlerine hiç sokulmadı.
İş bu tutanak tarafımdanadaletimize yardımcı olmak, gerçeği ifade etmek bakımından  yanlışlığın haksızlığın giderilmesi için tarafımdan ifade edilerek altı imzalanmıştır. 26.05.1987
 
Sezai IRMAK
Atlas Yorgan Evi
Çay Karakaya Mahallesi E. Muhtarı
(imza) (imza)
 
(Devam edecek)