Düşlerin hakikatle karşılaştığı yerde sorumlulukların oluştuğuna ve hesabın başladığına inanan bir insan olarak yaşadığımız şu âlemi bir rüyanın yansıması tarihi de bu rüyanın tabiri olarak görüyorum. Bu noktada yaşadığımız hayat ve bunun yansımaları esasında bir rüya tabirinden öteye gitmemektedir. Hakikatin kalbinden sökülmüş bir düş tasavvurunun adı olan zahiri medeniyet tüm şubeleriyle bir yansımadan ibarettir. 
 
Varlıkların kendilerini konumlandırdığı nokta-i istinatın başka varlıklar olması bir şeyin var olabilmesi için başka bir şeyin var olmasını da iktiza etmektedir. Var oluş hakikatini yitirmiş bir dünyada insanlık kesrette boğulmanın tarifsiz acılarını yaşamaktadır. Bu noktada insanın bağımsız bir hareket tarzı geliştirerek kâinatı yorumlaması mümkün değildir. Bunun için toplumlar aynı anda uykuya yatmış ve aynı anda aynı rüyayı gören insanlar gibi yaşadıkları çağın kalıplarını benimsemektedirler. Rüyanın içinde bir basamak daha derinleşen uyku ile az önce gördüğü rüyayı tabir etmeye çalışan insanın bu tabir çabasının da bir rüya olarak kalması onu uykunun dışından bir kaynağa yöneltmektedir. Bu ise yaşadığımız âlemden başka bir aleme açılan kapı olmalıdır. Peygamberler bu noktada mevcut kısır döngüyü kıran insanlar olarak bizi Hak ve hakikatin kalbine götürmektedirler. 
 
Zamanın ve mekânın duvarlarını aşıp araçsız bir şekilde hakikate ulaşmak kişinin kendi var oluşunu taçlandırmasıdır. Bu noktada içinde yaşadığımız bir büyük kurgu ve onun temel meseleleri bizim için bu konuya bir girizgâh olacaktır. 
Bu noktada kollektif görülen bir rüya olarak gördüğüm toplum ve onu oluşturan kalıpların sorgulamasını yapmak dileği içerisindeyim. 

Tarih boyunca insanlar birlikte yaşamışlar ve kollektif bir kültür çerçevesinde çeşitli sosyal ve ekonomik organizasyonlar kurarak varlıklarını devam ettirmişlerdir. İnsanlar bir başka açıdan bakıldığında birlikte yaşamaya mecbur kalmışlardır. Başka bir biçimde yaşamanın mümkün olmaması bu toplumsallaşmanın en önemli gerekçesi olarak sunulabilir. İnsanın tek başına tüm ihtiyaçlarını karşılamaktan yoksun olması ve zaruretler toplumsallaşmanın ve terakkinin temel harcı olmuştur. Aynı sularda yüzen balıklar misali tüm insanlar toplum okyanusunda gezip durmuşlardır. 

İnsanlar arasında kurulan tüm bu sosyal organizasyonlar yanında çeşitli kuralları ve sorumlulukları getirmiş ve bireyler bu yapı içerisinde çoğu zaman ben olma duygusundan sıyrılıp biz olma duygusuyla hareket etmişlerdir. İnsan içinde doğduğu toplumun kurallarını benimsemek ve kendisine sunulan rolü kabul edip ve de en uygun şekilde yerine getirmek mecburiyetinde kalmıştır. Rolünü kabul etmeyenler ve oynamayanlar çoğu zaman deliliğin ve tecridin çıkmaz sokaklarında kaybolup gitmişlerdir. Toplum bir noktada baskıcı bir anlayışla fertler üzerinde kendi kurallarını dayatmıştır. Uymayanları uymamanın derecesine ve şiddetine göre hizaya getirmeye çalışmıştır. Bunun için yaptırımlar içeren çeşitli ahlaki ve hukuksal kalıplar oluşturulmuştur. Muvakkat bir hayatın kalıcı problemlerle çevrilişinin hikâyesidir bu. 
Etrafımızı saran kalıpların bir kısmı ilahi bir kısmı dünyevi kaynaklıdır. Bu noktada insanın yaratılışından gelen fıtri kalıplar önceden var olan kalıplar olarak her türlü yapaylıktan uzaktır. İlahi kaynaklı olan kalıplar insanın yaratılış amacına uygun olarak verilmiş kalıplardır. Sonradan ortaya çıkan ve zamana ve mekâna bağlı olarak değişen kalıpların birçoğu yapay kalıplardır. Bu kalıpların en belirgin olanlarından olan toplumsal kalıpların toplumsal olaylardan toplumsal olgulara dönüşümü tarihsel bir süreci içerir. Yaşanan tecrübeler zamanla kuralların rotasını ve içeriğini belirler. Her görülen rüya başka bir rüyanın yönünü çizer. 

Görünen ve görünmeyen çeşitli form ve kalıplar var olan her bireyi daha dünyaya gelmeden etkisi altına almaya başlamış bir nevi kaderin rotasını tayin eder duruma gelmiştir. Şöyle dikkatle bakıldığında dünyanın her tarafı milyonlarca kalıpla çevrilidir. Ülkeler, şehirler, sokaklar, evler, yazılı ve yazısız kanunlar bu kalıpların sadece birkaçını oluşturmaktadır. Kalıpları değiştirmeye çalışmak ve yeni kalıplar kurmak gibi bir misyonu taşıyan insan sayısı tarihte çok azdır. Genel insan eğilimi var olan kalıplara uyum sağlamak ve mevcut ortamda uygun bir rol kapıp oyuna dâhil olmaktır. Kimse bu uykudan uyanıp bu düş sarmalından sıyrılmak istememektedir. 
 
İnsanı bu büyük seyahate gönderen yaratıcı ona gerekli olan donanımları ve ihtiyaçlarını temin edecek vasıtaları vermiştir. Her insan kendi öz yaşam enerjisini bu varoluş sürecinde içinde taşır fakat dışarıdan gelen olumlu ve olumsuz tesirler bu enerjiyi negatif veya pozitif anlamda dönüştürür. İnsan kendi özünü muhafaza edebilirse hakikatin kalbine seyahat edebilir. Bu noktada fıtrata uygun bir yaşam formu geliştirmek önemlidir. Kendini bilme hakikatini nokta-i istinat yaparak insan bu şuuru kazanabilir. 

Hayatın bize çizdiği sınırlar bizim kendi kendimize çizdiğimiz sınırların yanında çok az kalır. Ortada birçok sınır vardır ve bu sınırlar genelde her türlü iktidarın kendi meşruluklarını kurguladıkları dokunulmazlık alanları olarak ortaya konulabilir. 

İnsanın doğup büyüdüğü toplum onun kaderini yoğurmaktadır. Yanlış bir çevrede doğup büyüyen insanlar için şuurun açık kapıları çoğu zaman kilitli bir konumda kalmaktadır diyebiliriz. Şartlanmışlığın ve duyarsızlaşmanın etkisiyle insanlar gözlerinin önünde ki dünyayı tanıyamayacak hale gelmişlerdir. Kendini tanımayan insanın başkalarını tanımasını da beklemek aslında lüzumsuz bir beklenti içine girmekten başka bir şey değildir. 
Meselelere hayatın sadece bir cephesinden değil de başka cephelerinden bakabilmenin mümkünlüğü hayatı değişik açılardan kavrama ve yorumlama mantığını vermesi açısından çok önemli bir imkândır. Kaderin değişmez ve değiştirilemez formunda değişenin de bir kader olarak kurgulanması insan için kaderden kaçamayacağının bir işareti olarak durmaktadır. Bu noktada kaderi bir büyük okyanusa insanı ise bu okyanusta bir balığa benzetirsek balık nereye giderse gitsin okyanusun dışına çıkamayacağına göre insanda kaderin dışına çıkamaz. 
Hayatın resmini kaderin çerçevesine asarken ruhun beden üzerinde ki hükümranlığı yerine bedenin ruh üzerinde ki işgali başlarsa hayatı kirli bir çerçeveden seyretmek zorunda kalmaktan ne yazık ki kurtulamayacağız. İnsan kendi ruhunu kanatlandıracak kanatları kendi eliyle kırarken işlediği büyük cinayetin farkında değildir. 
 
Meselelere hangi noktadan bakarsak bakalım bütünüyle ihata etmenin külli bir kavrayış ufkuna erişmenin mümkünlüğü yaşadığımız âlem için çok zordur. Bu noktada kalıplar bizim için bir araç olmaktan çıkıp çoğu zaman bir amaç haline gelebilmekte bizi kendi tuzağına çekmektedir. Az ve sınırlı olan bir zaman diliminde kalıcı olan bir sonucu elde etmek için birçok algı ve şuur yanılgısıyla baş etmek zorundayız. Burda ki en temel çıkış kendimizin dahi bir kalıp olduğunun farkına varmak ve ruhumuzu Allah'a kulluğun diriltici etkisiyle özgürleştirmektir. 
 
Sempatilerin ve antipatilerin karar verme mekanizmamızı yanılttığının çoğu zaman farkına varmamız imkânsız olmaktadır. Yaşadığımız hayat bencilliğin verdiği duyguyla çoğu zaman bizim olmaktan çok kendi kendini zehirleyip duran kirli bir iç sesin sahibinin olmaktadır. Nefis denilen bu iç ses çoğu noktada bizim irade lokomotifimize makasçı vazifesi görmekte ve de ruhumuzu yanlış işlere sevk ederek bizi sınırsız acıların kalbine atmaktadır. Bir noktada nefis fiillerimizin hammaddesi konumundadır. İşlenmemiş bir şehvetin hayâya, işlenmemiş bir gazabın şecaate dönüşmesi mümkün değildir. Hakkın verdiği bir sermaye olan nefis yanlış işlerde kullanıldığı zaman manasını yitirip sahibini ateşlerin içine atmaktadır. Ayrıca ölümün bilinmezliği ve hayatın anlaşılmazlığı insanın kaderine çöken bir keder sisi olarak dünyamızı belirlemektedir. 
 
Eşyaya bakarken ve dünyayı yorumlarken şahsiyetimizin bir uzantısı gibi bir bakış açısı geliştirmemiz ve ona atfettiğimiz anlamlar dışında başka bir anlamını göremememiz bizi bu bakış açısıyla eşyayı şahsiyet sahibiymiş gibi görme ve herşeyi ona indirgeme yanılgısına itmektedir. 

Yanlışları durmadan çoğaltan bir sürecin gönüllü müdafii olarak birçok insan kalbini ve ruhunu ipotek verdiği toptancı toplumsal algıların ortasında boğulup durmaktadır. 
Kalıplarla çevrili bir dünyada yaşıyoruz. İçimizde ki ve dışımızda ki kalıplar çoğu zaman bizi biz yapan unsurlar olarak karşımıza çıkıyor ve kaderimizi oluşturuyorlar. Kalıplarını sorgusuz sualsiz kabul edilmesiyle tefekkür çemberi iyice daralıyor. insan uykudadır ölünce uyanır hakikatiyle birgün ölüm tüm kalıpları kıracaktır. 

Doğmanın ve ölmenin ortasında çöle atılmış bir yolcu gibi bir sürü serapla boğuşup durmanın adını hayat koyanlara inat birlik denizinde tüm kalıpları bir eden sultanlar sultanının dergâhına iltica etmek elzemdir. Son tahlilde üstad Sezai Karakoç'un dediği gibi “sakın kader deme kaderin üstünden bir kader vardır” diyoruz. 


 Mehmet Baş
 
Edebiyat Ortamı Dergisinin 36. sayısında yayımlanmıştır.