Yemin edeceğim
Koca Ragıp Paşa sadrazam iken bir gün ahbaplarına hitaben "Rüşvet almadığınıza yemin edebilir misiniz?" dedikten sonra, oradakiler yemini billâh ederek rüşvet almadıklarını söylerler. Mecliste meşhur Haşmet de vardı ve bir köşeye çekilmiş sessizce duruyordu. Ragıp Paşa;
 - Haşmet, Rumeli’de hayli devlet adına hizmetlerde bulundun, vergi topladın, bir kenarda sessizce durup yemin edemediğine bakılırsa yeterince rüşvet almışa benzersin" deyince Haşmet ;
- Sultanım, Müslümanlarda, yalan yere yemin edenler çatlar diye bir itikat vardır. Şimdi ben şu yemin eden efendilere bakıyorum. Eğer çatlamazlarsa ben de yemin edeceğim" deyiverir
Uğursuzluk
Avcı Sultan Mehmet bir gün adamlarıyla beraber akşama kadar bir keklik bile vuramaz. Bunun sebebini de, sabahleyin gördüğü bir dervişin uğursuzluğuna bağlar. Solaklara seslenir. Saraydan çıkarken, şu şu tipte, sivri külahlı, sırtı kambur birinin önünden geçtiğini söyler ve hemen bu adamı bulmaları emrini verir. Tarife göre Bektaşi babalarından ayyaş Hamza Babayı yaka paça huzura getirirler. Sultan:
- Bre uğursuz, nabekâr! Bugün sabahleyin karşıma çıktın. Bu yüzden akşama kadar bir ava rastlayamadım. Bu ne uğursuzluktur. Vurun kellesini...
Bektaşi bakar ki kelle elden gidiyor. Son bir dileğini açıklamak için söz alır:
- A devletlim siz beni gördünüz bir keklik vuramadınız. Ama insaf ediniz, benim de bugün ilk gördüğüm sizdiniz ve kellemi kaybediyorum. Söyleyin, uğursuzluk hangimizde!"
Doğrusu bu ateş bin altına değer
Kanuni Sultan Süleyman, Halkalı yakınlarında avlanırken çıkan bir fırtınada yağmurdan ıslanmışlar ve bir eve sığınmışlar. Sultan, ateşin karşısına geçip şöyle demiş: "Doğrusu bu ateş bin altına değer." Bir müddet sonra konakladıkları evden ayrılırken padişah ev sahibine borcunun ne kadar olduğunu sorar. Köylü şöyle cevap verir: "Bin bir altın efendim." 
Bu cevaba çok şaşıran padişah, bu kadar fazla ücreti  istemenizin sebebi nedir? Der.. Köylü  cevap verir. 
"Efendimiz, ateş için bin altınlık değeri siz söylediniz. Bir altın da konak ücretidir."
 
                                         Atla Ne Konuştu?
Asıl adı Mustafa olan İncili Çavuş, Nasrettin Hoca'dan sonra en büyük Türk fıkra kahramanlarından biridir. İncili Çavuş unvanını, Padişah IV. Murat'ın başlığına taktırdığı inciden almıştır. Şakacılığı ve hazır cevaplığıyla tanınmış olan İncili Çavuş, İran'a elçi olarak gönderilmişti Hediyelerle ve bir heyetle birlikte İran Şahı'nı ziyaret edip gerekli görüşmelerde bulunarak İran'daki programı tamamlamıştı. Artık İstanbul'a dönülecekti. İran Şahı, Türk elçilik heyetine görkemli bir uğurlama töreni hazırlatmış, ileri gelenleri ve halkı toplatmıştı. İncili Çavuş'a bir at hediye etmiş ve: "Bu küheylan benim sana hediyemdir. Yolculuk esnasında binersin." demişti. Ama bu öyle bir attı ki; uyuz mu uyuz, cılız mı cılız, zayıf mı zayıf. “Üf “ desen yıkılacak, ayakta zor duracak kadar yaşlı.
İncili Çavuş adeta kendisiyle alay edilircesine böyle bir at hediye edilmesi karşısında bozulmuş, ama bozuntuya vermeden ağzını atın kulaklarına götürerek bir şeyler söylemiş. Sonra da kulaklarını atın ağzına götürerek bir süre dinlemiş ve basmış kahkahayı. Başta Şah olmak üzere vezirler ve halk, şaşkın şaşkın bu manzarayı izledikten sonra Şah sormuş: "Atla ne konuştun, sen ata ne dedin, at sana ne söyledi ki, böyle kahkahayla gülersin?" İncili Çavuş şöyle demiş:
Ben ata sordum: Ey ruhumun ruhu! Tanır mısın Hz. Nuh'u?"
Şah:  "Eee! At ne dedi?" deyince,  İncili Çavuş:
-Valla, at bana şöyle dedi:
Nuh da ne ki be gardaş sırrımı kimseye etme faş
Ben Hz. Âdem’e taş taşımışsam, taş."
Bana Burada iş Yok
Osmanlıların yirmi ikinci padişahı olan Sultan II. Mustafa 1695-1703 yılları arasında hüküm sürmüştür. Bu devirde İran Şahı bir nezaket eseri olarak Osmanlı sarayına, iyi yetişmiş ve mesleğinde uzman olan bir doktor göndermişti. Osmanlı sarayına gelen hekim, sarayın sosyal yaşamını soruyor. Deniyor ki: "Burada acıkmadan sofraya oturulmaz ve tam doymadan sofradan kalkılır."
Bunu öğrenen hekim:
"Öyle ise bana burada iş yok, boşuna gelmişim." diyerek memleketine dönüyor.
Size de Yemin Ettirdi mi?
Sultan Üçüncü Mustafa Han, nükteleriyle meşhur Şair Haşmet'i merak edip görmek istemiş ve bu arzusunu Koca Ragıp Paşa'ya söylemişti. Paşa dan "Efendim, Haşmet hakikaten nüktedan bir adamdır ve nedim olmaya layıktır. Ancak kendisi pek arsız ve aç gözlüdür. Korkarım ki, ihsanınıza kanmayarak sizi rahatsız eder. İstirham ederim, kendisine bir şey ihsan buyurmayınız!"dedi. Ertesi gün Haşmet'e arsızlık etmemesini, bir şey istememesini sıkı tembih ettikten ve bir de yemin ettirdikten sonra onu saraya göndermiş. Haşmet huzura çıkınca pek çok nüktedanlık yaptı. Sarayda üç gün kaldı, fakat hiç ihsan görmedi. Üçüncü günün sonunda tekrar huzura çıktı ve veda etti. Yine ihsan görmedi. Saraydakilerle vedalaştı, yine ihsan yok. Belki çıkışta verirler ümidiyle kapıya vardı, yine ihsan yok. Ağalara göründü, ihsan yok.. Geri döndü, huzura çıkmak için izin istedi. Padişah onu kabul etti:
"Hayrola, hani gidiyordun, niye geldin? Diye sordu. Şair Haşmet yer öptü, sonra pek müteessir bir halde:
 Efendimiz! Ragıp Paşa beni·, buraya gönderirken bir şey istemememi tembihle yemin ettirdi. Ben de bir şey istemedim. Fakat giderken de bir ihsan çıkmayınca merak ettim, acaba size de, Haşmet'e ihsanda bulunmayın diye yemin ettirdi mi?"Haşmet'in bu sözünden memnun olan padişah ona umduğundan da fazla ihsanda bulundu.  
Ben bir kasabayı alana kadar dünyanın zorluğunu çekiyorum
 
Kanuni Sultan Süleyman, bir gün bir şehirde gezerken tanınmış bir şairi son derece pejmürde bir kılık ile görmüş. Her şair gibi bu şairin de sevgilisine şiirlerinde bol keseden beldeler ve şehirler bağışlamış olduğunu hatırlayan Padişah şaire şöyle der:
"Eeee, Şair Efendi, sevgilinin bir benine Semerkant ile Buhara'yı verecek kadar hovardalık edenin sonu işte budur. Ben bir kasabayı alıncaya kadar dünyanın zorluğunu çekiyorum. Sen her mısrada beşini-onunu birden harcıyorsun-
İki Haklı Olursa
Bir kadıya sormuşlar:- Davayı nasıl hallederisiniz?- Haklıyı haklı, haksızı haksız çıkararak, demiş
.- Ya ikisi de haklı olursa ne yaparsınız? Kadı bu soruya şu cevabı vermiş
:- Vallah,, ben bunca yıldır kadılık ederim, daha iki haklının mahkeme kapısından içeri girdiğini görmedim.
 
Fransızlar korkak adamlardır
19. yüzyılda Almanya nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu.
Fransızlar, her sene nehrin Almanlardaki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı.
 O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyorlardı. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar. Mektupta şöyle denmektedir:
"Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet'in de halifesisiniz. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkânı sağlayın."Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır. Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar:
Fransızlar korkak âdemlerdir. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfidir. Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerinde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kâfidir."Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar. Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanların sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur:
"Osmanlılardan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terk ederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir.
"Bu olay, Mülhaymli'lerin gönüllerin de taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra Mülhaym'a bağlı Karlsruher Müzesi'ne koyup ziyarete açarlar. Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıldönümünde de şehirde bir karnaval düzenleyip, hadiseyi temsilen kutlarlar.
Geri kalanları da say, vereyim!
 
Bir gün  birisi, Fatih Sultan Mehmed Han'ın yoluna çıkıp:”Yüz yirmi dört bin peygamberin her birinin hakkı için bana bir akçe ihsan eyle”, demiş. Sultan:- “Yüz yirmi dört bin peygamberi, bana birer birer say, her biri için değil birer, onar akçe vereyim”, diye cevap vermiş. Bu kişi, ancak on beş kadar peygamber ismi sayabildi. Sultan kendisine, bunların her biri için onar akçe verdi ve:-“ Geri kalanları da say, onlar için de vereyim”, demiş.
 
Gelin Alayı
Kanuni’den sonra yerine geçen II. Selim (Sarı Selim) ilk defa, ordunun başında sefere gitme âdetini bozmuş ve eğlenceye başlamıştı. Böylece her alandaki bozulmanın temelini de atmış oluyordu. Zira mükemmel olan ilk on Osmanlı padişahından sonra, Sarı Selim'in çapı çok düşüktü. İran Şahı, Sarı Selim'in padişahlığını tebrik etmek üzere Edirne'ye Şah Kulu adında bir elçi gönderir. Padişahın emriyle Şemsi Paşa da tertipli ve güzel giyinmiş küçük bir ordu ile, hediye kervanını uzak mesafeden karşılamaya çıkmıştı. Şah Kulu, Osmanlı askerindeki bu gösterişini çekememiş ve alaylı bir şekil:de"
Uzaktan askerinizi gelin alayına benzettim." deyince, Şemsi Paşa derhal elçinin ağzının payını şu sözleriyle vermiştir: "Evet haklısınız. Çaldıran'da da gelin almaya gelen bu askerdi." Bilindiği üzere, 1514 Çaldıran Savaşı'nda Şah İsmail'in tacı, tahtı ve hazinesiyle birlikte hanımı da ele geçirilmiş ve İstanbul'a getirtilerek Tacızade Cafer Çelebi'yle evlendirilmişti.
Git Şu Paşa'ya sor!
 
Ahmet Vefik Paşa Paris Büyükelçisi iken İmparator III. Napolyon'un yeni yaptırdığı bir opera binasının açılış törenine davet edilir. Tören sırasında Ahmet Vefik Paşa, Napolyon'a en yakın locaya kurulmuş, tavır ve davranışlarıyla imparatora hiç aldırmayan bir izlenim verir. Bu umursamazlığa içerleyen Napolyon, Ahmet Vefik Paşa'ya bir adamını göndererek:- Git şu Osmanlı Paşasına sor, kendini hâlâ Kanuni devrinde mi sanıyor, der. Adam gelir ve Napolyon'un dediklerini aynen aktarır. Ahmet Vefik Paşa bu soruya aynı umursamazlıkla şu cevabı verir:
- İmparator hazretlerine hatırlatırım ki Osmanlı tahtında Kanuni olsaydı, kendileri orada olmaz, yerlerinde ben olurdum.
 
Devlet adamı ikiyüzlü olmaz!
 
Yusuf Kamil Paşa ve davetliler önceden bildirilen mükellef yemekleri iştahla yedikten sonra, meyve faslına geçilir. Masaya buzlu çilekler gelir. İlk olarak uzanan Yusuf Kamil Paşa, çatalını sapladığı iri bir çileği ağzına götürürken kazara masadaki tuzluğun içine düşürür. Ama ziyan olmasın diye tuza bulaşmış çileği alıp yer. Berbat bir tat verdiği halde bozuntuya vermez ve masada bulunanlara:
-Arkadaşlar, tuzlu çilek hiç de fena olmuyormuş, isteyen deneyebilir, diye tavsiyede bulunur. Bunun üzerine birkaç kişi dener. Bunlar:
- Paşam gerçekten nefis oluyor..
.- Bundan sonra çileği hep tuzlu yemek isterim
.- Tuzlu çileğin lezzetini keşfetmekte geç bile kalmışız, gibi asılsız, Paşa'ya yaranma hedefi güden şeyler söylerler
Kamil Paşa, o esnada masada bulunan, yardımcılarından, yeri geldiğinde sözünü esirgememekle tanınan, Minas Efendiye de:
- Arkadaşların görüşleri için sen ne dersin Minas Efendi, diye fikrini sorar.Minas Efendi kendisinden beklendiği şekilde cevap verir:
 - Paşam, bu adamlar özel hayatlarında bu düşüncelerini söyleseler üzerinde durulmaya değmezdi. Fakat devlet hayatında da böyle ikiyüzlü davrandıkları için, memlekette işler bu yüzden kötüye gidiyor!
 
Hep Bir Ağızdan Konuşmayın
 
Sultan Dördüncü Murad Han'ın, Bağdat seferi sırasında kurduğu divanda müzakereler devam ediyordu. Herkes düşüncesini söylemekte iken bu sırada dışarıda ahırların birindeki eşekler de anırmaya başlamış. Bunun üzerine padişah şöyle demiş: "Hep bir ağızdan konuşmayın, zira dışarıda zırlayanla içeride dırlayanı fark edemiyoruz.
 
Benim Düğünüm Gibi Bir Düğün Şimdiye Kadar Yapılmamıştır
Padişah Kanuni Sultan Süleyman'ın kız kardeşi Hatice Sultan ile Sadrazam İbrahim Paşa'nın parlak düğünlerinden altı sene sonra şehzadelere sünnet düğünü yapılmıştı
Padişah, sadrazama hangi düğünün daha parlak olduğunu sorunca Sadrazam şöyle cevap vermişti:
"Sultanım, benim düğünüm gibi bir düğün şimdiye kadar yapılmamıştır ve yapılmayacaktır." Padişah: "Bu nasıl olur" diye sadrazama sormuş. Sadrazam da:
"Çünkü hünkârım, sizin düğününüzde benim gibi bir vezir, benim düğünümde ise sizin gibi bir Sultan bulunmuştur da ondan... " cevabını vermiş.

Yazar & Kaynak: http://sanliosmanli.blogcu.com