Bir süredir ODTÜ yönetimi ile Ankara Büyükşehir Belediyesi arasında bir tartışmadır gidiyor. Aslında pek tartışma da sayılmaz. Oğluna spor kulübü, kendine Ankara’nın yarısını satın alacak kadar köşeyi dönmüş Melih Gökçek‘in 2008 yılında “ODTÜ binalarının kaçak olduğu” suçlamasıyla 45 bina grubunun yıkılmasına ve üniversiteye yaklaşık 1,8 trilyon lira (1.8 milyon TL) ceza kesilmesiyle başlayan bir tartışmanın uzantıları. Peki, her şey bir yana, 50′li yıllarda kurulan ve “Cumhuriyet Döneminin En Önemli 20 Mimari Eseri” arasında sayılan ODTÜ yerleşkesinde nasıl oluyorda kaçak bina bulunabiliyor? Evet, yanılmadınız, “Bu işin arkasında başka bir şey var.”
Peki, nedir ODTÜ arazisini bu kadar değerli ve önemli yapan? Yanıtlama çalışayım. Her şeyden önce ODTÜ Kampüsü Ankara’nın merkezinde olup, 45.000 dekardır (4500 hektar). Bunun 30.430 dekarı (3043 hektar) orman alanıdır. Ve haliyle yeşildir. Yani bütün doğal çevreler gibi cezbedicidir. Daha da önemlisi piyasa değeri yüksektir. Arazinin bir tarafında Bilkent, diğer tarafında Çankaya ve Oran’ın burjuva mahalleleri yer almaktadır. Bu özelliği ile de fazlasıyla iştah kabartmaktadır. Ankara’nın medar-i iftiharı Melih Gökçek başta olmak üzere, Ankara Sanayi Odası‘ndan (ASO) Ankara Ticaret Odası‘na (ATO) burjuvazinin çeşitli örgütleri “O zaman içine yol yapalım” şeklinde ki çıkışları ise durumun başka bir yönüne; şehirleşme ve kentsel dönüşüm kısmına işaret etmektedir.
İşte tam da bu günlerde, şehircilik ve yerel yönetim denilince alt-üst geçit ve lüks- çok katlı binalar anlayan, bunu da kolay zenginleşmenin veya zenginleştirmenin aracı olarak kullanan belediyecilik zihniyeti, burjuvazi ve onun devleti yeterli görülmediğinden olsa gerek sessiz sedasız bir Kanun Hükmünde Kararname geçirildi.
Daha önce yerel yönetimlerin yetkisi altında olan bir çok iş “tek elden” olması için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘na devredildi. Bu bakanlığın olağanüstü yetkileri ise 17 Ağustos’ta Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 648 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamesinde şu şekilde belirtilmektedir: “Kentsel dönüşüm, yenileme, transfer alanları geliştirmek, bu alanların her ölçekteki imar planı ve imar uygulamalarını, kentsel tasarım projelerini yapmak, yaptırmak ve onaylamak; bu çerçevede paylı mülkiyetleri ayırmak, birleştirmek, arsa ve arazi düzenlemeleri yapmak, imar hakkı transfer etmek, kamulaştırma ve gerektiğinde acele kamulaştırma yoluna gitmek; yapı ruhsatı ve yapı kullanma izinlerini vermek ve kat mülkiyeti ve tescilini sağlamak Bakanlığın yetkisine verilmiştir”. Şimdi soralım “bu ne anlama gelmektedir?”
Artık şehirlerde ve sit arazilerinde ister kamu kurum ve kuruluşu ya da özel kişinin, isterse devletin hüküm ve tasarrufu altında olsun bütün tapu ve araziler üzerinde istediği tasarrufu yapma yetkisi yalnızca ve yalnızca Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndadır.
Bununla da yetinmeyen egemenlerimiz gözünü SİT alanlarına dikerek Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü‘nü kapatmış milli parklar, tabiat parkları, tabiat anıtları, tabiatı koruma alanları, doğal SİT alanları, sulak alanlar, özel çevre koruma bölgelerinin kullanma ve yapılaşmaya ilişkin kararları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘na devredilmiştir.
Peki bu KHK’dan sonra, şimdiye kadar türlü yalanlarla kandırılmaya ve suça ortak edilmeye çalışılan bizlerin başına neler gelebilir? Her şeyden önce apar topar çıkarılan 648 sayılı KHK ile doğanın el değmemiş her yeri kirletilerek yeni sermaye birikim alanları yaratılmak istenmektedir. Dün Sinop’ta HES şeklinde, Akkuyu’da Nükleer Santral ve ODTÜ’de şehirler arası duble yol olarak karşımıza çıkan bu talan politikası yarın özel ya da devlet malı, şehir ya da orman arazisi, sit alanı ya da köylü toprağı, yer altı ya da yer üstü fark etmeyecek şekilde burjuvazinin ihtiyaçlarına sunulacaktır. İşin can sıkıcı başka bir tarafı ise, doğaya ve insanlığa yapılan tüm bu saldırılar yine “insanı ihtiyaçlar” kisvesine sığınılarak yapılmaktadır ve yapılacaktır.
 Doğanın ve yaşam alanlarımızın burjuvazi tarafından böylesine fütursuzca katledilmesi, kimi zaman “elektrik ihtiyacını karşılamak” şeklinde açıklanırken kimi zaman “Ankara ulaşımını rahatlatmak” adıyla yapılmaktadır.
Bu ve bunun gibi saldırılar, çıkması muhtemel diğer yasalarla artarak devam edecektir. Edecektir diyoruz çünkü biliyoruz ki bu saldırılar sonucunda işçi sınıfının değil sermayenin doymak bitmez ihtiyaçları karşılanacaktır.
Ufak bir not: AKPartisi hükümeti döneminde, yol yapım ve onarım masrafı olarak devletin kasasından egemenlere 60 milyar dolar para akıtılmıştır. Böylesi paraların ortalıkta dolanmasındandır ki Demirel Cumhurbaşkanı iken, Uluslararası gıda tekeli olan Cargill’in Türkiye’de arazi aradığı günlerde “Gerekirse Köşkün arka bahçesini bile veririm” diyebilmiştir.