Yeme, içme, uyumaya olduğu gibi bir dine inanmaya da ihtiyaç duyarız. Her dinin dayandığı çeşitli kaynaklar vardır. İslam dininin Kur’an ve Sünnet olmak üzere iki temel kaynağı vardır. Yani biri Allah’ın kitabı diğeri Peygamberimizin sözleri ve davranışlarıdır.

            Her insanın anlayış düzeyi farklıdır. Örneğin, küçük yaştaki bir çocukla yetişkin bir insanın, olayları algılaması ve yorumlaması değişkenlik gösterebilir. Yine kültürlü bir insanla okuma yazma bilmeyen bir insanın olaylara yaklaşımı da farklı olabilir.

            Önceki yıllarda çocuklara yönelik yapılan bir ankette ‘ Allah nerdedir?’ şeklindeki soruya çocukların büyük çoğunluğu , ‘camidedir’ diye cevap vermiş. Aynı soru yetişkin insanlara sorulsa belki çoğunluğu ‘göktedir’ diye cevap verecek. Bu soru İslam’ı iyi bilen insanlara sorulsa, ‘her yerdedir’ şeklinde bir cevap çıkacaktır.

             Kur’an ayetlerinin ve Peygamberimizin sözlerinin farklı anlaşılması ve yorumlanması sonucu da çeşitli mezhepler ve oluşumlar ortaya çıkmıştır. Şayet bu mezheplerin ortaya koydukları görüşler, Kur’an ve Sünnetin özüne aykırı değilse bir mahzuru yoktur. Namazın beş vakit değil, iki vakit olduğunu iddia eden bir görüş veya ‘Allah’ın eli topluluğun üzerindedir’ şeklindeki ayetten yola çıkarak Allah’ın insan gibi elinin olduğunu iddia den bir görüş İslam dairesi içerisinde kabul edilemez.

            Kur’an ve Sünnete aykırı olmayan görüşler ortaya koyan mezheplere ‘hak mezhepler’ adı verilmiştir. İnsanlar bulundukları duruma göre bu mezheplerden herhangi birine tabi olabilir. Örneğin Hanefi mezhebine göre bir insanın vücudunun herhangi bir yerinden kan çıkması halinde o kişinin abdesti bozulur ama Şafii mezhebine göre bozulmaz. Şehirde yaşadığım için ve durumuma daha uygun olduğunu düşündüğüm için Hanefi mezhebine bağlıyım. Şayet ben köyde yaşasam Şafii mezhebine uyabilirdim. Çünkü köy şartlarında, bağ bahçe veya hayvancılıkla uğraşma daha yaygın olduğu için çalı çırpı veya dikenler nedeniyle sık sık bedenimde kanamalar olabilir. Her defasında abdest almak da zor olabilir. Bu yüzden kan abdesti bozmadığı için Şafii mezhebini tercih edebilirdim.

            Başka bir örnek verecek olursak, Hanefi mezhebine göre, balık özelliği taşımayan midye, kalamar, ıstakoz vb.deniz ürünlerinin yenilmesi haramdır. Diğer mezheplere göre ise yenilmesinde bir sakınca yoktur. Şayet ben denizin ortasında küçük bir adada yaşasam, haliyle bu adadaki besinler sınırlı olacağından deniz ürünlerini helal kabul eden diğer mezheplerden birini tercih edebilirdim.

            Tasavvuf ve tarikatlar da insanların güzel ahlaklı olmalarına katkıda bulunma ve İslami daha içten yaşamaları için ortaya çıkmış yollardır. Bunların da istismar edilmemesi, çıkar ve menfaat için kullanılmaması kaydıyla yararlı olduklarını söylemek mümkündür.

            Tekrar belirtelim ki, İslamın özüne aykırı olmayan herhangi bir mezhebe veya tarikata bağlı olmak aşırıya gitmemek şartıyla yanlış bir tutum değildir. Çünkü insanların karakterleri farklı, yaşadığı bölgeler ve iklimler farklıdır. Bunun için mezhepler bir kolaylık getirmişlerdir ve mezheplerin varlığı bir rahmettir. Aşırıya gitmek derken kastettiğimiz, bir mezhep veya tarikat bağnazlığına düşmemektir. En doğru mezhep benim mezhebimdir, en doğru tarikat benim tarikatımdır diye iddia etmek, diğer mezhep ve tarikatları yok saymak doğru bir davranış olamaz. Böyle bir anlayış Islama ve Müslümanlara zarar verir.

            Mezheplerin isimleriyle ilgili de şunlar söylenebilir: İmam-Azam Ebu Hanife’nin görüşlerine dayandığı için Hanefi mezhebi, İmam Şafi’nin görüşlerine dayandığı için Şâfi mezhebi vb. isimler verilmiş. Bu imamlar da hem İslami iyi bilen büyük âlimler hem de kişilikleriyle örnek insanlardır. Ve mezhep kurmak amacıyla ortaya çıkmamışlardır. Çeşitli meselelere getirdikleri çözümler sebebiyle ölümlerinden çok sonraki zamanlarda Müslümanlar tarafından mezhep olarak kabul edilmiştir.  İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin hayatından, kaynaklarda geçen iki olay Onun nasıl bir insan olduğunu sanırım anlatmaya kâfidir.

  İmam-ı Azam, aynı zamanda kumaş ticaretiyle de uğraşıyordu. Bir gün, bir kadın, satmak için ipek elbise getirdi. İmam-ı Azam fiyatını sordu. Kadın yüz dirhem dedi.

İmam-ı Azam:

-Bunun değeri yüzden fazladır dedi. Kadın yüzer yüzer artırarak 400 yüze kadar çıktı. İmam-ı Azam:

-Daha fazla yapar deyince; Kadın:

-Benimle dalga mı geçiyorsunuz? Dedi.

İmam-ı Azam:

-Ne münasebet, o zaman bu işten anlayan bir adam çağıralım da, fiyatı belirlesin dedi. Çağrılan adam 500 dirhem eder dedi ve İmam-ı Azam da o fiyata satın aldı.

  İkinci örnek, günümüzdeki hukuk, yargı tartışmalarına da ışık tutacak nitelikte.

Abbasi Halifesi Mansur, İmam-ı Azam’a Bağdat baş kadılığını (hakimlik) teklif etti. İmam-ı Azam, o makama layık değilim diyerek teklifi kabul etmedi. Mansur: yalan söylüyorsun, günümüzde bu makama senden daha fazla layık olan yoktur dedi. İmam-ı Azam, aynı zamanda bir mantık dehası olduğunu da ortaya koyacak şu cevabı verdi:

-Doğru söylüyorsam, ben kadılığa layık değilim diyorum. Şayet yalan söylüyorsam, yalancı biri kadı olamaz, dedi.

            Yolumuzu aydınlatan bütün âlimlerimizden Allah razı olsun.