Niğde’de 54 yazar ve sanatçı tarafından kurulan YAZSANBİR Yazarlar ve Sanatçılar topluluğu üyesi, Niğdeli yazar Murat Soyak’ın Acı Ceviz isimli yeni çıkan kitabını Cevat Akkanat okudu ve www.dünyabizim.com sitesinde yazdı, izin ile oradan alıntıladık…

Acı Ceviz tatlı olsun…

Irmaklarca (Şiir, 2006) ve Bahar Sürgünü (Deneme, 2010) gibi iki eserden sonra şimdi de Acı Ceviz (Romantik Kitap Yay., Konya, Ağustos 2011) adlı hikâye kitabıyla karşımızda Murat Soyak…

Sahici hikâye okurunun okuma şölenindeki yerini almaya başlayan Acı Ceviz’de 17 hikâye yer alıyor.

Bu hikâyelerin genel özelliğini en başta verelim: Nicedir usta işi örneklerine pek rastlamadığımız klâsik tarzda metinler bunlar. Diğer bir ifade ile, bu hikâyelerin okuru bunalımla yoğrulmuş girift ‘durum’ların veya ‘ben merkez’ciliğin buhranlarıyla yüzgöz olmuyor. Bu konuda yazarın hassasiyeti o kadar ileri durumdadır ki, Acı Ceviz’deki hikâyelerde kahraman anlatıcının bakış açısına pek rastlayamazsınız. Ekseri üçüncü şahıslara ait gözlemlerin tahkiyesini takdim eden Murat Soyak,  başı sonu belli olayları anlatırken, doğal olarak bu tarz hikâyeciliğin diğer temel unsurlarını da dozajı bağlamında ele alıyor. Öyle ki, deneme havası taşıyan (“Kimsesiz” ve “Gün, Akşamlıdır” gibi) metinlerde bile bu dozaja azami dikkat ediyor yazar…

Kuşkumuz yok, yazarın bu tutumunun temelinde bir ‘dert’ yatıyor. Hikâyelerin hemen her birinde belirli bir konuya eğilmesi, konuyu en berrak şekilde ele alabileceği bir itibarî olay kurması başka neyle açıklanabilir? Buna, itibarî olayın vuku bulduğu mekânların seçimi ve hepsini birden kuşatan zaman mefhumunun işlevsel kılınış biçimi, hepsi, ama hepsi, aynı ‘dert’in emaresi…

Nedir bu dert? Murat Soyak, Acı Ceviz"

Şimdi buraya kadar söylediklerimizi, detaylandıralım…

Önce, yazarın kendisine edindiği ‘dert’i somutlaştırmak gerekiyor: Hakk’ın rızası gözetiminde bir estetik algının çevrelediği iyinin, doğrunun, sabrın, adaletin, velhasıl topyekûn bir ameliyenin kurgucusu bu hikâyelerde Murat Soyak…

Gerek konu seçiminde, gerekse bu konunun olay, kişiler, yer ve zaman bağlamında ele alınışında, işbu ameliyenin icabını olabildiğince yerine getiriyor. Akıbetleri ne olursa olsun,  hayatın diri yüzüne bağlanan insanların hikâyesini anlatıyor.  Bu durumu, kitaptaki herhangi bir hikâye üzerinden göstermemiz mümkündür. Sözgelimi, kitaba da ad olan ilk hikâyede, artık tek başına yaşayan yaşlı bir adamın kimliğinde, hem geçmişte yaşanan güzelliklerin yâdını, hem de hâlâ hayata tutunmak için girişilen mücadelenin diri yüzünü (Her şeye rağmen ceviz çırpmaya teşebbüs etmesi) bir arada görebiliriz. Acı Ceviz’in onurlu ve fakat kederli havası, “Şen Boyacılar” hikâyesinde kendinden menkul bir küçük sevinçler bahçesine dönüşür. Yüzlerini sabra ve şükre döndürmüş iki küçük şen yüz, dostluk timsali bir fotoğrafa poz verirler.

Bu pozu diğer hikâyelerde de göreceğinizi temin ederim: “Sıkıntıdan patlıyordu.” diye başlanılan “Tespih”te, bekleyeni olmayan ve boğazı yalnızlık tarafından sıkılan Kerim’in hayata tekrar tutunması; “Suya Doğru”da, domates fidelerine, yazılacak bir mektuba ve umut dolu geleceğe emanet edilen çocuklara bağlanan bir kahramanın diri ruhu; “Bizim Mahalle”de Ramazan ayıyla okul mevsimini aynı sevinç potasında eriten çocukların keyfi; “Bağ Bozgunu”nda (Kitabın tek kahraman anlatıcısı bu hikâyededir diyebiliriz.) “bir bağımız olsa” diye yanıp tutuşan çocuğun yaşadığı bozguna rağmen kendi kendisini teselli edişi; “Bir Umut”ta yılları kırgınlıkla yoğrulmuş dul bir kadınla, zorlu sınavlara tutulmuş kızının, ikisi birlikte, kurtuluş sabahına ulaşmaya ahdedişleri; “Kimsesiz”de bütün tükenmişliğine rağmen, masasındaki bir güle, kitaplarına ve kurşun kalemine sığınan kimsesiz; “Okul Yolu”nda (ki, “Şen Boyacılar” hikâyesiyle birlikte okunmalıdır) ayakkabı boyacılığı ile okulu birlikte götüren ve sadece başarıya odaklanan iki arkadaşın şen kişilikleri; “Gönül Sohbet İster”de iki ihtiyar delikanlının ikindi vaktine sığınıverişleri; “Ana Oğul”da hastalığını oğlunun kendisini ziyareti haberiyle sağaltan bir annenin çocuklar gibi şenliği; “Ey Hayat”ta hâlinden şekvacı olmayan simitçi bir kadının yangınlara ve yıkımlara rağmen yılgınlığa prim vermeyişi; “Gün, Akşamlıdır”da zamanın faniliğinden mesut olan bir ruh hâli; “İstanbul, İstanbul”da sancıyla yaşanan öğrencilik yıllarının bir dost eliyle keyifli bir hale tebdil olması…

Sürpriz hikâye: “Diriliş Aydınlığında”

Acı Ceviz’deki bazı hikâyelere birtakım ayrıntılarından ötürü özel bir ilgi göstermek kaçınılmaz. Bunlardan “Şen Boyacılar”, “Okul Yolu”, “İstanbul, İstanbul” gibi hikâyeler, yazarın biyografisiyle de örtüşür havaya sahipler. Kuşkusuz, hemen her metin, bu açıdan değerlendirilebilir. Fakat Acı Ceviz’in bu hikâyeleri, bu yönden, diğerlerine göre daha belirgin bir nitelik taşıyor. “Çanakkale İçinde” hikâyesi ise yapısındaki farklılık itibariyle kitabın diğer metinleriyle ayrı kategoride değerlendirilmelidir. Cepheden yazılmış mektupların bir araya getirilmesiyle oluşmuş olan bu hikâye, Acı Ceviz’in sonu “ölüm”le (tabii burada şehitlik) biten üç metninden birisidir. Kitapta okuyucuyu ölüm hakikatine müdrik kılan diğer hikâyeler “Acı Ceviz” ve “Kuyu”dur.

Bizim kendisine özel bir ilgi göstereceğimiz bir başka metin de, şimdiye kadar adını zikretmediğimiz “Diriliş Aydınlığında” başlıklı hikâyedir. Kitabın iki sayfalık bu küçük hikâyesini önemli kılan ise, anlatılan şahsın kimliğidir. Kuşkusuz bunu Murat Soyak açık açık deklare etmiyor. Fakat, sunduğu anlatım unsurları, bizi İslâm dünyasının büyük bir mütefekkir şairiyle yüz yüze getiriyor: Sezai Karakoç!

Murat Soyak’ın “Diriliş Aydınlığında” Sezai Karakoç’u nasıl anlattığını ise siz okurlarımızın merakına bırakıyorum.

Ayrıntılara devam ediyoruz…

Adı verilmemiş olmakla beraber, Sezai Karakoç bu hikâyelerin tek şöhretli kahramanıdır. Onun dışındaki şahıs kadrosunu sıradan halk kişileri oluşturur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu kişiler, ihtiyar delikanlılar, güngörmüş çile çekmiş kadınlar, yalnızlık ve kimsesizliğin duçarına yakalananlar, evsiz barksızlar, oğul bekleyen yahut nazlı kız yetiştiren analar, okullu çocuklar, okulsuzlar, tamirciler, boyacılar, simitçiler, çaycılar, askerler, öğretmenler, doktorlar, hocalar… Aslında her birinin ayrı bir adı var: Ali, Mahmut, Kerim, Nazmiye, Münevver, İbrahim, Yusuf, Ahmet, Tahir, Cemile, Pınar, Muhittin, Selahattin, Selim, Muharrem, İhsan, Şinasi, Abdullah, Muhittin, Neşet, Cengiz, Eşref, Şükran, Hayrettin…

Bu itibarî (muhayyel) kahramanların yanı sıra, Acı Ceviz’in şahıslar kadrosunda adı geçen kategorisinde de olsa yer bulmuş gerçek kişiler vardır. Kitabın kültür atlasını zenginleştiren unsurlar olarak zikredelim: “Han Duvarları” anılarak Faruk Nafiz Çamlıbel, “Dost dost diye nicesine sarıldım” ile Âşık Veysel, “Akşam, yine akşam, yine akşam” dizesi ile birlikte Ahmet Haşim, “Üsküdar, bir ulu rü’yâyı görenler şehri” mısraıyla Yahya Kemal, “kutlu bir muştuya nail” olmasıyla Sultan Mehmed Han, sabır timsali olması sebebiyle Hazreti Eyyub, vb…

Açık, açık bir deniz…

Acı Ceviz’in olayları genellikle açık (dış) mekânlarda olup bitmektedir. Bahçeler, yollar, sokaklar, köy garajı, cami avlusu, kır ve tabiat ortamları, mahalle araları, okul bahçeleri, top sahaları, üzüm bağları…  Öyle ki, kimi hikâyelerde iç mekânlar öne çıksa da, hikâye kişisinin bir yolla dış âleme intikal ettiğini görürüz. Sözgelimi “Tespih” hikâyesinin canı sıkkın Kerim’i ilkin bir kahvededir. Ama hikâyenin kişisi ve mekânı dışa ve hatta geniş coğrafyanın karanlığına doğru açılıverir biraz sonra. Benzeri bir durum “Bir Umut”un buhranlı ev hayatı için de geçerlidir. Dışarıdaki tipi ile birlikte artan bir gerilim, mekânı keskinleştirir. Fakat bu hikâyenin başkişilerinin gözü hep perdenin ötesindeki karanlığın derinliğindeki ışıktadır. Kitabın en yoğun metni olarak okuyabileceğimiz “Kimsesiz”de de iç mekân dış âlem çatışması karşımıza çıkar…

Acı Ceviz’deki hikâyelerin devşirildiği mekânlar, birkaç hikâye hariç, taşraya aittir. Bu ‘taşra’ lafını doğrudan doğruya küçük şehir, kasaba, köy, kır gibi adlarla anabiliriz. Çoğunluğu Anadolu havası taşıyan bu belirsiz (şöhretsiz) mekânlarının yanı sıra, kültürel coğrafyaya ait mekânları da vardır. Bunlar hepi topu birkaç hikâyede olup, genellikle İstanbul’la ilgili mekân isimlerinin zikredilmesi şeklindedir: Şirket-i Hayriye vapurları, Eminönü iskelesi, Bab-ı Âli yokuşu, Altunizade, Göztepe, Karacaahmet, Beyazıt, Beyazıt Meydanı, Niğde, Fatih, Saraçhane, Edirnekapı, Eminönü, Süleymaniye, Sultanahmet, Kapalıçarşı, Valide Sultan Camii, Üsküdar Vapur İskelesi, Kız Kulesi, Şemsi Paşa Camii, Şemsi Paşa Kütüphanesi, Üsküdar, Kadıköy, Doğancılar Parkı, Karacaahmet, Haydarpaşa, Kadıköy Postanesi, Divanyolu…

Zamanın sınırları…

Zamanın canlı bir takdimi vardır Murat Soyak’ın hikâyelerinde. Zaman mefhumlarını net bir şekilde hissettirir okura. Kimi zaman hikâyenin ilk veya son cümlesi olarak, kimi zaman aralarda bir yerde zaman isimleri karşımıza çıkıverir. Bu kullanım, zamanın sanki bir ana kahraman olarak tasarlandığı zannını uyandırır okuyucuda.

İşte birkaç örnek: “Güz günleri…” diye başlamış yazar “Acı Ceviz” hikâyesine. “Okul Yolu”nun başlangıç cümlesi ise şöyle: “Eylül… Yerde sarı sarı yapraklar, ağaçların eski neşesi kalmamış.” “Diriliş Aydınlığında” hikâyesinin başlangıç cümlesini şöyle okuruz: “İstanbul’da ikindi suları…” “Gün, Akşamlıdır” da böyle başlar: “Bir günün sonunda yine akşam…”

Hikâyenin bitiş cümlelerinden de bir seçme yapalım isterseniz: “Şen Boyacılar” şu cümleyle bitiyor: “Ve şehir bir günün sonunda içine kapanıyor.” “Suya Doğru”nun bitişi de buna benzer: “Güneş karşı tepelere doğru ışıklar saçarak ilerliyor.” Keza “Bizim Mahalle” de aynı şekilde hitama eriyor: “Eve gitmenin zamanıdır. Akşam oluyor.” Zamanın “Gönül Sohbet İster” hikâyesinin sonundaki yansımasıyla bu bahsi bitirelim: “Birlikte camiye doğru yürüyorlar. İkindi ezanı okunuyor.”

Birkaç kültürel unsur daha…

Murat Soyak’ın Acı Ceviz’inde okurun dikkatini çekebilecek farklı kültürel unsurlara rastlanır. Biz bunlardan birkaçına değinmek istiyoruz:

Bunlardan birisi, yazarın zaman zaman folklorik unsurlara müracaat etmesidir. Bunlar arasında ise önceliği türküler, atasözleri ve kalıplaşmış halk söyleyişleri alıyor. Türkü bahsinde birkaç örnek talep edilirse, “Acı Ceviz” hikâyesinde “Gurbette ömrüm geçecek” diye başlayan türkünün iki dörtlüğü; “Tespih” hikâyesinde “Bir çift turna gördüm durur dallarda” dizesiyle başlayan türkünün bir dörtlüğü ile “Şu dünyanın vefasını görmedim” diye başlayan türkünün bir bendi; “Kimsesiz”de “Gurbette ömrüm geçecek…” türküsünün radyodan söylenmesi; “Çanakkale İçinde” hikâyesinde “Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı.” şeklinde başlayan manzumenin bir dörtlüğü ile “Ötme garip bülbül, gönül şen değil” nakaratlı türkünün iki dörtlüğü bunlar arasındadır.

Diğer folklorik unsurlardan da birkaç seçme örnek sunalım: “Sabah ola hayırlar ola” (Acı Ceviz), “İşin rast gelsin”, “Ne ekersek onu biçeceğiz.”, “Oh be dünya varmış.”, “Gelimli gidimli dünya…” “İçtikleri su ayrı gitmiyor.” (Şen Boyacılar), “Maçı nasıl aldık ama!”, “Şu kaleci yaktı bizi!” (Bizim Mahalle), “Şu adam deli edecek beni; ya sabır ya sabır”, “Yeniden doğmuş gibi” (Tespih), “Her gecenin bir sabahı var anne, her gecenin bir sabahı…” (Bir Umut), “Okuyun da kendinizi kurtarın.” (Şen Boyacılar), “Düşe kalka, kıran kırana” (Kuyu), “İnsanın zehrini insan alırmış.” (Ana Oğul)…

Murat Soyak’ın hikâye dilinde ayet ve hadislere de rastlanır. Esasen onun ‘dert’iyle alâkalı bir durumdur bu. Bu çerçevede farklı hikâyelerde değişik şekillerde dile getirilen bir ayeti (İnşirah, 5-6; ki bu surede de tekrarlanır.) yegane örnek olarak verelim, yetsin: “Her zorluğun ardınca bir kolaylık vardır.” (Şen Boyacılar)

Sonuç

Murat Soyak’ın Acı Ceviz’i her bakımdan fena halde tatlı. Bu tadı hissetmek isteyenler kitabı ne yapıp edip okuyacak…

 

Cevat Akkanat, keyifle okudu, yazdı


Editör: TE Bilişim