Kendimizle, arkadaşlarımızla, etrafımızla olan ilişkilerimiz bizleri insan olma sıfatımızla var kılan ve onlara adapte eden en önemli özelliğimizdir desem, birçoğunuz bana katılmamazlık etmezsiniz herhalde.

Teknolojik gelişimin baş döndürücü hızıyla beraber tüketimin sınır tanımaz boyutu hepimizi bir girdap gibi çekerken, içinde yaşadığımız çevre ve tabiatın dışına iten sözüm ona çağdaş yaşam kriterleri, doğayla olan ilişkilerimizi ne yazık ki asgariye indirgiyor.

Büyük şehirlerle haşır neşir olan yaşamımda, tercihini daima küçük şehirlerin kısıtlı ama bir o kadar samimi ve sıcak ortamına tercih eden şahsım adına Niğde, tersi görüşlere rağmen daima yaşanılacak bir kent profili çizmiştir.

Büyük şehirlerin trafiği, kalabalığı, keşmekeşi ve sanayisinin sorunlarından uzak yaşayabilmek bir tercih ise, kendim adına bu kentte yaşamak bir şans olmuştur.

Ne yazık ki şans kavramını genel anlayışının dışında o şans denilen olgu gün gelip sizi hafif hafif uyarıp sırtını döndüğünü hissettirse de içinde bulunduğumuz durumda pek farkına varamıyoruz.

Böylesine durumunla geçtiğimiz cumartesi akşamı Bor’dan bir dost ziyaretinden dönerken arabanın içine dolan vahim kokuyla yüzleşince bir kez daha karşılaştım. Hissedilen kokunun sıkıntısı, yaşadığım yere olan kaygımı sadece kendim adına değil tüm kent adına bir kez daha artırdı. Gerçi tüm kent demek haksızlık olur çünkü Akkaya’dan gelen koku sadece Niğde’yi değil Bor’u da o kadar etkiliyor ki şu kış mevsiminde bunu böyle hissediyorsak, yaz ayının koku potansiyelini varın artık sizler düşünün.

Organize sanayi fabrikaları, Üniversite ve Niğde gibi öyle küçük sayılmayacak bir şehrin toplam atıklarının Akkaya göletine aktığı hepimizce malum. Bu atıkların, arıtma tesislerinin çalışıp çalışmaması ve yeterli olup olmamasının insafına terk edilmiş olması yapılan onca iş, uyarı ve çalıştayın, gelen giden bakan ve siyasetçinin ciddiye alınmadığının göstergesi olarak, yaydığı kokunun mahiyeti kadar dikiliveriyor önümüze. Bu atık dolu pis suyun Niğdeli çiftçilerce sulamada da kullanıldığını göz önüne aldığımızda, yediğimiz tarımsal ürünlerdeki pis su katkısının içeriğini hepimiz şöyle düşünsek dahi, çiftçimize haksızlık etmiş oluruz.

2010 yılında durumun geldiği noktadaki vahimliği açısından Üniversitede tüm kamu kurum ve kuruluşlarının dahil olduğu bir çalıştay yapıldığını ve bazı kararlar alınarak ortak çalışma hedeflerinin oluşturulduğunu kendi adıma gayet net hatırlıyorum. Hatırlayan biri olarak da; o günden bu güne geçen sürede neler yapıldığını, ne gibi önlemler alındığını ve bunların sonucunun ne olduğunu anlatacak geçtim etkili yetkili birilerini, aklı başında memleket evladı varsa lütfen bizi en azından aydınlatsın diyorum.
Kanayan yara olsa bağrımıza basacağımız bu çevre felaketinin, kanser şeklinde sürekli artarak, içinde barındırdığı canlı varlıkları yok ederek, burun hissiyatının dışına taşan ve kokarca denen hayvana nispet yapan Akkaya’mızın, yakın gelecekte bizleri daha da zorlayacağı acı bir gerçek.

Bu işle hassasiyetle ilgilenilmediği; daha ayrı ve daha acı bir gerçek.

İyi kötü paralar harcanıldığı ve dostlar alışverişte görsün misali uğraşıldığı şu an itibariyle net bir realite.

Öyle olmasa bu gün bu sorun yok, Akkaya var ve etrafında Niğde – Bor halkı olarak geziyor olurduk.

Şimdi ise…
Neyse boş verin, ama Üniversite civarından geçerken duyduğunuz koku karşısında minik bebeğinizin poposunu koklayıp, altına yapıp yapmadığını test etmeye çalışmayın. O masum yavruyu utandırmayın…

Kokan çocuğunuzun bezi değil, Akkaya’dır…

Bir de küçük hesaplar peşinde dolanan. zihniyetimizdir…