1.

Moğol orduları Bağdat’ı ele geçirdiğinde önce Halife’yi üç gün üç gece aç bırakırlar, sonra açlıktan bitkin düşmüş Halife’nin önüne kendi altınlarını koyarlar ve yemesini isterler, sonra, Halife ve bütün varislerini zenginliğiyle böbürlendikleri en değerli halılarına rulo yapıp sararlar ve halk çiğneye çiğneye öldürür..
Şu çiğneyerek öldürme değil de altın yedirme cezaları..
İnsanın bazen aklından geçmiyor değil..

2.

Ülkemizde artık eski Demirperde fırkalarını anlatmanın tam da zamanını yaşıyoruz.. 
Stalin, Kruşçev, Brejnev aynı trenle Sibirya’ya gidiyormuş.. Sibirya bozkırlarında tren aniden durmuş.. 
Stalin, kırbaçlayın şu makinisti diye emir vermiş.. Kırbaçlamışlar tren zırnık yerinden oynamamış..
Kruşçev, değiştirin şu makinisti diye emir vermiş. Değiştirmişler, tren zırnık hareket etmemiş..
Brejnev, arkadaşlar, en iyisi mi tren hareket ediyormuş gibi yapalım..

Tayyip Bey ve şürekası medyası gibi..

3.

Doğum sancısı üzerine bilimsel tartışmalar yapılırken bir yerde şu cümleler de sarf ediliyor, eski zamanlarda kadınlar, doğacak yavrularının kendisine ve ailesine bir hayrı faydası olacağını düşünürdü, bu psikoloji doğum sancısını hafifletmiş olabilir mi, çünkü bugünün kadınları doğacak yavrularının hayatlarına ve bedenlerine bir külfet ağır bir yük olacağı beklentisiyle doğuruyor..
Üstüne biyolojik tartışmalar insan beyni yani kafatasının gittikçe büyüdüğünü haber veriyor, bu da doğum sancısını gittikçe güçleştiriyor..
Gelişmiş bu beyinli dünyamız, kadınların hayatlarını sorunlarını birazcık olsun azaltmış olsaydı, kadınlar için büyük beyin doğurmanın sancısı birazcık olsun azalardı sanırım..
Yandaş medyanın kafalarına bakıyorum, anaları çektikleri acıyla kalmış..

4.
Sel felaketi Trakya’da ancak dünyanın en yoksul altyapısı sıfır Bengaldeş gibi ülkelerdeki felaketleri yaşatmaya devam ediyor. Ancak beni bayram tebriği için arayan bir Trakyalı arkadaş, şu anda ailecek sel sonrası her tarafı saran mantarlara hücum edip mantar toplamakta olduğunu söyledi, yani sel felaketinin az da olsa faydaları..
Aklıma askerlik günleri geldi, yağmur sonrası eğitime ara verilmesi gerekirken, komutan, bizi ormanlık bölgeye sürer, hadi PKK’ya hücum emri verirdi. Ne olduğunu anlayamadım ama herkesin gördüğü sarı kahverengi yeşil renkli zehirli mantarları ayaklarıyla vahşice ezdiğini gördüm. Sonra komutana dönüp, komutanım ‘mıntıkamızda tek bir PKK’lı kalmadı’ deyişlerini..

5.
Digitürk’ün 34, 36, 38, 39 ve bir çok benzer kanalında bazen öyle tartışmacılar görüyorum ki.. Dişleri kemik kırabilecek kadar güçlü.. Yanakları manda derisi gibi gergin..
Kendi kendime, ağız diş çene kemik yapıları bu kadar sağlam insanların çözemeyeceğini sorun yoktur diyorum.. 
Ama çoğu zaman da ne dediklerini anlamak için çok yoruluyorum.. 
Köpekler çok sık hırıldar bu yüzden konuşacak kadar nefes tutmaları mümkün değildir.. 
Ekran başında hırıltı seslerini birleştirip ne diyorlar diye anlamaya boşuna çalışıyorum..

6.
Eskiden Türkiye’nin toprak satıp para kazanması ekonomik seçeneklerin sadece biriydi ve en zaruri olanlarının başında gelmiyordu. Bugün artık Türkiye ekonomisi yaşamak için yabancılara mutlaka toprak arazi satmak zorunda..
Bundan on yıl önce beş yılda bir ilçe büyüklüğünde toprak arazi satılırken bugün her yıl bir ilçe büyüklüğünde yani on yılda iki şehir satacak hale geldik..
Bu kadar hayati bir sorunu ekranlara niçin taşıyamıyoruz ya da geçiştiriyoruz..
Turgay Ciner’e Ferink Şahenk’e ve CNN Türk’ün patronlarına sormak lazım, Tayyip iktidarında ekranlarınıza bir hükümet komiseri davet etmeden yapabilmeyi başardığınız tek bir programınız oldu mu?

7.
Bu ülkede yaşamın kendisinden bıkmış insanların sayısı son on yılda optimistleri çok geride bıraktı.. Oysa yüzde elli oy oranıyla optimist sayısının bu oy oranına orantılı olması gerekirdi..
Üstelik Özal döneminden beri aydınlar ve medya marifetiyle maskelenen bu bıkmışlık hali şimdi maskeleyen aydın ve efendiler arasında salgın şekilde büyüyor..
Yani. on yıllarca medyamız, ölmüş köpek leşine bakıp aaa ne güzel kürklü kuyruğu var diyordu, şimdi, tutunacakları bir kedi köpek kuyruğu da kalmadı..
Üstelik henüz memleketin yıldızları sönmeden kendi yıkımına götüren bu sahtelikten kurtulmak gibi de bir arayış bir kıvılcım ülkemin semalarda hiç görünmüyor..

8.

İnsanlık nerde başlar, antropologların en büyük sorusu.. Yani maymun hangi evrim çizgisinde insan kabul edilmeye başlandı sorusu tartışmalıdır.. Beyni büyüdüğünde mi? Alet kullanmayı becerdiğinde mi? Ya da ‘çalışmayı’ bir yaşamsal disiplin haline getirdiğinde mi?
Bu sorular uzar gider, mesela cenazesini gömme törenlerine başlaması mı? Yoksa kendini güzel gösterecek süs eşyaları kullanmaya başladığında mı?
Hangi ideolojiye sahipseniz cevabınız da ona göre olacak kuşkusuz?
Bizim için şüphesiz önce ailesi sonra çevresiyle ortak bölüşmeyi öğrendiğinde.. Ancak son yıllarda başımıza gelenler tarihe evrime bakışımızı da değiştiriyor, insanlık nerde mi başladı, gadre, haksızlığa uğrayanları dert etmeye başladığında?

9.

Sokrates, Aristo, kendisinden ikibin yıl sonra Çin’den Amerika’ya (ikisini de bilmiyorlardı) kendi düşünce evreninin hakimiyetine gireceğini biliyor muydu bilmiyor muydu?
Sonucun bir gün bu kıtalara kadar uzanacağını bilmiyordu ama kestirebiliyordu? (Çünkü çok genel konuşuyorlardı diye beni yalnız bırakacak bir espri yapmayacağım..)
Bir Japon Samuray’ın lafıdır, faydasız güzelliğin eski zamanlarda yeri vardı şimdi çağımız çirkin faydayı talep ediyor..
Hayatları hır gür itiş kakıştan çok ikibin beş yüz yıl önce soyut güzellikleri konuşacak kadar geniş zamanları olabildi, bu yüzden..

10.

Ülkemizde akademi ve aydınlar hayati önemde kavramları doğdukları günden beri akıl almaz bollukta kullanıyor, ısrarla kullanıyor tekrar tekrar kullanıyor.. Diyelim burjuva, diyelim artıdeğer…
Ve bunca bollukta kullanmamıza rağmen halkımıza bir türlü anlatamadığımız da işte bu kavramlar. Ne zaman taksiye binsem, her taksi şoförüne mutlaka anlatmaya çalışırım, ama başka kelimeler içinde, hikayeleştirerek.. Şöyle.. 
Batı dışı bizim gibi toplumlarda, İran, Türkiye, Pakistan, Hindistan, Bengaldeş.. Her insan türü bütün enerjisini kendisi ve çocuğunun hayatının idamesine harcıyor.. 
Kendine ve insanlığa fazladan bir zamanı yok.. Yani tembelliğe maceraya laf olsun beri gelsin konuşmalara da… Başkası için çalışacak fazladan gücü kalmaz..
Hayatı kendini kurtarmanın derdindedir bu da onu hem dünyadan kopartır hem de ister istemez aşırı bencil yapar..
Otoriter tek merkezli yönetimler bu topraklarda işte bunu başarır..
Yani tarihin akışını durdurur ve dondururlar..
Böyle bir muhabbetin ortasında taksi şoförü en doğru soruyu sorar bana, ağbi boş adam kafayı yer, ne diyorsun sen?

Evet şoförü bu hayati viraja kadar getirmeyi başardım, şimdi, insanlığın ve uygarlığın inşasını işte hep kafayı yiyenlere borçluyuz, diyeceğim, ama nasıl?
Elde yok ayakta yok kalk yüzlerce yıl hapis yat, aç perişansın kalk evi kitaplarla doldur. Yani bir insan aklını niye soğan ekmekle yer, işte bunu anlatabilmek biraz zorlaşıyor..
Çünkü burada, insan olmanın merak’ı var insan olmanın onur’u var, diyorsun..
Tam da burada şoför öyle bir cevap veriyor ki, herşey sil başa dönüyor: İyi de ağbim, neyi arıyor bu adam, çoluk çocuğuyla otursun evinde aşağı, daha neyi arıyor?
Canım yanarak bak ağbiciğim sen hayatı şoförlükle kazanıyorsun senin çocuğun da torunun da taksi şoförü olacaksa bu ülkenin aydınları akademisi herşey yalan, kandırmaca, diyorum..
Tahminim odur ki halkımızın bu virajı da sağsalim almakta olduğunu bizler bu dünya gözleriyle göremeyeceğiz. 
Ha şoförü mat etmek lafın altında kalmamaksa onu polemikçiliğimle alt etmek kolay, bak ağbiciğim, Colomb denilen adam da neyi aradığını bilmiyordu ama bir merak arıyordu, sonunda koskoca Amerika’yı buldu..
Tahminim şoför benim için yahu neler biliyor bu adam ne güzel laflar ediyor diye düşündü ama benim ne dediğimi anlamadı. 
Yani bana bir değer verdi benim için saygılı şeyler düşündü, bu kadar. Sorun da burada.. Oysa ona anlatamadığım sürece benim aydın olmam sadece iyi maaş almamı sağlar ya da bilginle sadece caka satarsın, ama saygıyla anılmam, aydın olmam kökünden sahtedir.. Üstüne bu halkına kimseye anlatamadığın bilgi halkının sırtında kırbaç yarasına dönüşür.. Ya da anlatamadığın bilgi ağzında yılan zehrine dönüşür.. 
Aydınlarımız anlatılamayan şeyler konuşmaya niçin bu kadar iştahlı, süslü görünme merakından..

11.

Tuzağa düşmüş hayvanlar gibiyiz, emperyalist işbirlikçilere karşı öfkemiz enerjimizin tümünü ele geçirdiğinde sağlığımızı kaybederiz, işte bugünleri yaşıyoruz..
ABD-Rusya soğuk savaş yıllarında bir üçüncü dünya savaşı riskini göze alamadılar, soğuk savaş bitti ama o gün bugün üçüncü dünya savaşı yerine bizim gibi kuklalarını savaştırıyorlar.. 
Amerika Vietnam’a ve Irak’a Japonya’ya attığından daha çok bomba atmasına karşın yenildi. O gün bugün biliyoruz ki Batı’nın savaşı Vietnam ve Irak’ta değil, alışveriş merkezlerinde sürüyor, işte bunları yazıyor Ian Morris Dünyaya Neden Batı Hükmediyor, adlı 800 sayfalık kitabında..

1958-62 arası Mao’nun Çin’inde açlıktan ölen insanların sayısı 20 milyonu buldu, Çinliler komünist şarkılar söylemediği zamanlarda açlıktan ölüyordu.. Mao’dan sonra gelen Deng, Amerika’nın bütün büyük mağazalarına tüm dünyalıları artık dehşete düşüren Çin Malları’ndan sokmayı başardı ve son yirmi yılda doğu-batı dengesi kökünden yön değiştirdi..
İşte bunları yazıyor Ian Morris..
Gorbaçov, Sovyetler’in resmen feshedildiğine dair imzasını atarken, Sovyet dönemini en iyi anlatan hikayedir, kalemi yazmaz ve imzayı atabilmek için CNN kameramanın kalemini alıp imza atar..
Ya da şu eski Sovyet şakası bugün Türkiye için anlatılmalı, bir arabanın değerini nasıl ikiye katlarsanız diye sormuşlar Sovyet mühendise, cevabı, deposunu doldurarak..

Ya da ot’u sığırı dahi ithal eden bir iktidar işbaşında, yetmiyor, şakadan da öte artık zehir gibi yakıcı, kendi ineklerimiz de iki kilo süt versin diye beş dolar teşvik veriyoruz, geçen gün Yılmaz Özdil yazdı, ot’u ithal ediyoruz sıra çoban ithalinde, bilmiyor doğuda çoktan Gürcü çobanı çalıştırıldığını..
Kardeşlerim, bu toprakların tek ve en büyük avantajı şanslı bir enlem-boylam aralığında yaşayan muhteşem haritası coğrafyasıdır.. İşte Ian Morris kitabında bu tezi işliyor..
Coğrafyanın nimetleriyle sosyal gelişme arasında doğrusal bir bağ kuruyor.. 
Şimdi yine nasıl ‘anlatabilmeliyiz’, yani Anadolu’yu elinde tutan kim olsaydı, Arap, Çinli, Hintli, çok tanrılı, Habeşli, mutlaka İstanbul’u o da alırdı..
Bu coğrafyanın gücüdür.. 

Tabii ki Timur İstanbul’un fethini geciktirdi tabii ki Fatih bilgisiyle hızlandırdı ama aslolan o fatih bu kumandan değil, coğrafyanın gücüdür..

Zekalarımızı coğrafyamıza odaklandırdığımız bir küçük anımız dahi olmadı, Mustafa Kemal dışında..
İşte yine aynı bereketli coğrafya üstünde ezilmiş çaresiz üretemeyen birbiriyle ve komşularıyla savaşır hale gelmiş manyaklar sürüsüne döndük.. 

Artık bu ‘çaresizlik’ içinde Fatih, Peygamber, İskender kim gelse, bu kilidi çözemez..
Anadolu’nun Cumhuriyet’in kilidini ancak COĞRAFYAMIZ aşabilir.. 
Bu bereketli toprakların madenleri ovaları ve yaylaları..

Bu topraklar üstünde din diye delirdik etnik diye diye delirdik ama coğrafyanın ta kendisini, yağmurunu iklimini bereketini bir dakikacık dert edinmedik..

Coğrafya, elde var bir, demektir, karnını doyurur ve sosyal güvenceni sağlar, bağımsızlığını garantiye alır, sonra iki mi üç mü istiyorsun akademin bilimin sanayinle üstüne koyarsın, ama şimdi, sen ben o ve artık komşularımız hepimiz toplandık, elde var bir’i yiyor satıyor tüketiyor ve birbirimizi kırıyoruz..
Üstelik böyle bir coğrafya dururken gidip Suriye Çölü’ne saldırmak..

İlk gençliğimden beri halkımın kültürü halkımın dini her şeyimdir deyip ne bileyim işte kılardık Cuma, bayram, ama kaç zamandır ayaklarım varmıyor bir camii avlusuna…
Omuz omuza oturmak istemiyorum Müslüman öldüren bu Müslümanlarla..
Yan yana oturmak istemiyorum toprağını satan ve pazarlayan bu reziller sürüsüyle..
Ya da Amerikan kuklası olup müslüman öldürenlere sesini çıkartmayan, bu ağızları bilmem niye köpürmüş manyaklarla, yüzyüze gelmek istemiyor insan. 
Din diye diye inanç diye diye tuzağa düşürülmüş av hayvanı gibi hissediyor her gün biraz daha fazla iğreniyorum bu cemaatlerin yedi sülalesinden..