İlk kez İstanbul’a gittiğim tarihi hatırlıyorum da yılların geçme hızı karşısında şaşırmadan duramıyorum. Günlerin aynası faniliğin otağında ne kadar hızlı soluyor ve takvimler birer birer nasıl da yırtılıyor. Şimdi siyah beyaz ve sahipsiz bir albüm gibi duruyor anılar bir köşede. Kırık bir mezar taşı gibi boynunu bükmüş saatler. Fakat İstanbul yağmurdan sonra doğan bir gökkuşağı gibi ruh meclisimin başköşesinde öylece duruyor.


Evet, İstanbul’a lise birinci sınıfın yaz tatilinde gitmiştim. Üç tekerlekli seyyar arabada Çamardılıların genel olarak yaptığı iş olan haşlanmış mısır satacaktım. Ve mahalle aralarında “süt mısır” “kaynıyor mısır “diye bağıracaktım.  O tarihlerde şimdi ki gibi dondurmacılık tam anlamıyla popüler değildi. Genel olarak kışları tatlı yazları mısır satmak için gurbetin yoluna düşerdi hemşerilerim. Bu gurbet çoğu için daha sonraları mevsimlik olmaktan çıkıp kalıcı oldu. Anadolu’da boşalan çoğu köyün hikâyesinde bu olguyu görmek mümkündür. İşte bizim İstanbul hikâyemizin bir kesiti de buralarda yaşandı.
Kaldığımız yer Okmeydanı’nda şark kahvesi dedikleri yerin altıydı. Piyalepaşa Mahallesi Beyoğlu’nun farklı bir yüzü olarak dikkatleri üzerine çeken bir mahalle idi. Aynı mahallenin diğer uzantıları Sarıgazi, Gazi, Mustafakemalpaşa ve Armutlu mahalleri gibi mahallelerdi. Bu bölgede bir laboratuar gibi her mezhepten ve değişik etnik kökenlerden gelen insanları ve yaşam biçimlerini görmek mümkündü. Anadolu’nun farklı illerinden bir ekmek parası uğruna gelmiş ve buraları yurt tutmuş insanlar yüzlerinden okunabiliyordu. İnsanın teni beyaz bile olsa yüzüne bir esmerlik yapıştı mı bu izi hiçbirşey silemiyordu.

Mahallenin hemen alt tarafı Kasımpaşa karşısı Hacıhüsrev diğer bir köşesi Halıcıoğlu ve Hasköy’le çevrilmişti. Dolapdere’nin ve Tarlabaşı’nın her türlü suç ve suçluyla dolu olduğu o tarihlerde seyyar arabasıyla bir çocuk hangi cesaretle geziyordu oraları bilemiyorum. Garibanlığın verdiği bir cesaretle ekmeğini kazanmanın verdiği onur birleşince insan korkusunu yitiyordu galiba. Hapçısından transseksüeline varana kadar her renk orda mevcuttu. Taksime çıkan yokuş kriminal bir sergi olarak görülebilirdi. Bilhassa Hacıhüsrev ayrı bir âlemdi. Orda hayat evlerin önüne oturmuş kadınların ve sokağı dolduran çocukların gürültüsüne karışıyordu. Başka mahalleler oraya ödünç olarak taşınıyordu sanki. Bu ödünçlük çoğu zaman kırılan bir kapının boynu bükük kilidi gibi duruyordu. Yakında kentsel dönüşüm hikâyesi ile Hacıhüsrev Mahallesi yüksek katlı binalarla ve plazalarla dolarsa hiç şaşırmayalım bu arada. İstanbul’u hep filmlerden seyretmiş ve orda hep Boğaziçini, Bağdat caddesini ve Etileri görmüş insanların ara sokakları ve apartman altında ki tekstil atölyeleri ile farklı bir İstanbul olduğunu anlamaları uzun sürmeyecekti. Son ütücü ve overlokçu ilanları ile yasadışı örgütlerin kırmızı boyalarla yazdıkları yazılar Okmeydanı sokaklarını süsleyen temel aksesuarlardı. Bu yazılar seksen öncesinden kalmış birer hortlak gibi çıkıyorlardı insan şuurunun karşısına.

O tarihlerde Haliç çürümüş bir yumurta gibi kokardı. Hasköy’den Balat’a doğru uzanan tarihi köprü henüz kaldırılmamıştı. Haliç’in şimdi ki hali ile o zaman ki hali arasında dağlar kadar fark olduğunu söyleyebiliriz. O yıllarda şimdi ki kongre merkezinin olduğu civarda domuz kesilen bir mezbaha vardı. Şimdi ki Miniatürk’ün biraz daha aşağısında kayıkçılar Eyüp sultana yolcu taşıyorlardı. Sayıları azalmakla birlikte hala devam ettiklerini biliyorum. Haliç’in hemen kenarında kırmızı tuğladan yapılmış küçük bir mescitte vakit namazlarımı eda ederdim.

Okmeydanı’nda atılan okların hatırasına yapılan tarihi kitabeler apartmanlar arasında kaybolmuş acınacak bir durumdaydı. En son gittiğimde o taşlardan birisine ip bağlanarak çamaşır asıldığını gördüm ve üzüldüm.

Daha sonraları İstanbul zerzevatçılığından tutup inşaat işçiliğine kadar birçok alanda beni istihdam etti. Hatta iki sene orda devlet memuru olarak dahi çalışmak nasip oldu. Farklı semtlerde farklı soluklar içinde yaşadım diyebilirim İstanbul’u.

İstanbul ki derin acıların ve deniz içinde denizi görmeden yaşayanların sahici acılarının karaya vurduğu bir yer olarak anılar defterimin başköşesinde durmaya devam ediyor. Su yüzüne çıkan ölü bir balık gibi bilinçaltı fırınlarında artık canlılığını yitirmiş ve nasır tutmuş acılar birer birer ortaya çıkıyorlar.

İstanbul ile ilgili sözler yaşadığımız müddetçe söylenmeye devam edecek. Hepimizin bir parçası İstanbul da çünkü.