Niğde’de Ramazan ayını fırsat bilen dilenciler, insanların iyi niyetini suistimal etmeye devam ediyor. Son zamanlarda artış gösteren dilenciler, vatandaşları da ısrarcı tavırları nedeniyle canından bezdiriyor. 


Niğde Belediyesine bağlı Zabıta Ekipleri, her fırsatta dilencileri yakalasa da işlem yaptıktan sonra geri bırakıyor. Geri bırakılan dilenciler ise kaldığı yerden dilenmeye devam ediyor.


İnsanların iyi niyetini suistimal eden dilenciler, günün erken saatlerinden itibaren Niğde'nin işlek cadde ve sokaklarını mesken tutuyor. Kimi dilenciler ise dükkan, dükkan gezerek bir çok esnafı ve müşteriyi rahatsız ediyor. Dilencilerin, manevi atmosferi yüksek olan Ramazan ayında insanların duygularını sömürdüğünü belirten vatandaşlar ise duruma tepki gösteriyor. Vatandaşlar, dilenciler konusunda yapılan denetimlerin artırılmasını istiyor.


Niğde’de adım başı dilenci olmasına tepki gösteren vatandaşlar, “ Ramazan ayıyla birlikte adım başı dilenci var. Kucağında çocukla duygu sömürüsü yapıyorlar. Para alana kadar peşini bırakmıyorlar. Yetkililerden bu konu üzerinde daha fazla durmalarını istiyoruz” diye konuştu.


2008 yılında düzenlenen Dilencilik Sempozyumunun bilim kurulunda yer alan Tuna, dilenciliğin yoksulluk boyutunun yanı sıra sosyo-psikolojik özelliklerine dikkat çekti ve bir sosyolog gözüyle toplumun yardımlaşma kültürünü yorumladı. 

Prof. Dr. Korkut Tuna, bir yaşam stratejisi olarak dilenciliği anlattı.

S
empozyumdaki konuşmanızda dilenciliğin bir kent sorunu olduğunu söylüyorsunuz. Öncelikle tarihsel algıda dilencilik bir sorun mudur?

 
Belki de bu tarz yaşam biçimini seçmiş insanların toplum içinde ancak bu ilişkilerle var olabildikleri çerçevesinde bakıp sayılarının çok arttığını görürsek, o zaman bir sorundan bahsedebiliriz. Ama benim görüşüm, dilenciliğin bir tür yaşam biçimi gibi, adeta bir meslek gibi kabul edilmesidir. Yani bu insanlar öyle veya böyle bir baltaya sap olamamış olabiliyorlar. Fakat bir yerden sonra hayatta kalabilme veya yaşantılarını sürdürebilme biçimini elde ediyorlar. Dilencilik, onların bir şekilde kendilerini yeniden üretmelerine izin veriyor.



Kendine özel kültürü, yaşam biçimi olan bir meslekten bahsediyorsunuz? 

Evet. Bunun için belli bir şehrin belli bir yerine, mahallesine yerleşmiş olabiliyorlar veya bir şehirden bir şehre göç etmiş olabiliyorlar. Tabii bunu sadece günümüz boyutuyla değil biraz tarihi perspektifi içinde düşünüyorum. Başka türlü söylersem biraz sezgisel veya biraz bilgi kırıntılarının aklıma gelmesiyle söylüyorum. Dilencilik, bir tür yaşam biçimi gibidir. O hayat biçimine göre giyiniyorlar, yaşıyorlar, ona göre belki kendilerini yeniden üretmenin yolunu buluyorlar. Bu yolla gıda elde edebiliyorlar, bir üst başları var, bir de bir yerde barınıyorlar bir şekilde.



Neden meslek olduğunu düşünüyorsunuz? 

Bir meslek gibi mütalaa edilmesinin altında onların kullandıkları bazı yöntemler olabilir; para ya da bir şey isteme tarzları gibi. Günümüzde de bakarsak, bir şekilde insanına göre; yani gençlere farklı, yaşlılara farklı hitap ediyor. Karşısındakinin eğilimine göre isteme tekniği belirliyor. “Nabza göre şerbet vererek ihsan alma” tekniğinin kullanıldığı bir nevi meslekleş gibi. Ben çocukluğumda hatırlıyorum; Edremit’te, dilenciler gelirlerdi ekmek verilirdi. Sadece ekmek verilirdi. Ekmek önemli bir şeydi belki ama sırtlarındaki torba kuru ekmek doluydu. Şimdi bu durumun, sadece kuru ekmekle yaşamanın güçlüğü bugünümüzün koşulları için geçerli. Ama mesela Bulgar Edebiyatında Türkçe yazan birisi, Bulgaristan’daki Türk bölgelerindeki geçmiş hayatı anlatıyor. Orada insanlar çalışıyorlar, aile sahibiler ama gittikleri yerde veya yolda suyun içine biraz şeker atıp ekmeklerini batırarak yiyorlar. Yani onlar dilenci değiller ama yaşamları belki de benim bahsettiğim bu torbasında ekmek olan insanların yaşantılarına benziyor. Dilenciler, hayatlarını sürdürebilmek için çekinilecek veya çekinilmeyecek konuları iyi bilir ve insanların içine tam girmeden,onlarla doğrudan hemhal olmadan sınırda kalarak bir şeyler alabilme siyasetleri vardır.

O halde dilenciliğin kendisi değil de sayılarının artması bir sorun olarak beliriyor. Sizce dilencilerin çoğalması siyasal, ekonomik adaletsizliğin bir sonucu mudur, yoksa insanın çalışmayı sevmeyen tembel yönünün tezahürü mü?

 
Bu kolay örgütlenebilen bir hayat tarzı. Çünkü mesela sempozyumda da söylenmişti ki, Türkiye çapında belli köyler ve iller dilenci üretiyor. Mesela Adana, Zonguldak taraflarından hani neredeyse dilencilik üretiliyor. Yani bunu bir yaşam tarzı veya bir meslek haline getirmeleri de biraz bundan kaynaklanıyor. Bu insanlar bir şekilde kolay para kazanmanın yolunu veya hayatlarını sürdürebilmenin yolunu bulmuş oluyorlar. Bunların içinde gayri hukuki durumlar, küçük çalıp çırpmalar, “alıverip gidivermeler” olabiliyor. Hani belki ortada gördüm, çok samimi bir şekilde, kimse almamış ben alayım, götüreyim diyorlar.

Dilenciliğin fakirlikle hiç mi ilgisi yok?

 
Ben fakirlikten çok, bir meslek olarak icrasını gördüm. Çünkü fakir insanın dilenmesi çok farklı bir şey. Dilenmek bir başka boyuta geçmek gibi oluyor. Başka bir deyişle; insan, kişiler arası ilişkide, kendi kimliği veya düşüncesinde, kendi hakkındaki düşüncelerinde başka bir boyuta geçiyor. İnsan o an için yanındakinden bir şey isteyebilir, mesela “canım çekti bir lokma ver” diyebilir. Bir bardak su isteyebilir ama dilencilikte devamlı istemeye tabiisiniz. Ve burada sıradan isteyişler geçerli değil. Kendinizi biraz mağdur, yardım edilmesi gereken bir hale çevirmeniz gerekiyor. Biliyoruz ki dilenciler, belli organlarını yaralıyorlar, çocuklarını mesela kör gibi gösteriyorlar. Bütün bunlar bize onların istemenin bir yolunu bulduklarını gösteriyor. Dolayısıyla bence bütün bunların bir yoksulluktan çok bir meslek olarak, bir bilinçli hareket olarak, bir hayat tarzı olarak algılanması gerekiyor. Çünkü insan çok fakir olabilir ve hatta çaresizlikten bir köşede durup hiçbir şey demeden para isteyebilir. Ama dilencilikte, biraz tecrübeyle her yere ve koşula göre bir isteme tekniği var.

Yoksulluğun artışının dilenciliğin artışına sebep olduğuna dair genel bir algı var?

Ben buna katılmıyorum. Türkiye’nin gelir dağılımına bakarsanız zaten yoksulluk sınırı içindeki rakamların normal bir memur maaşının üstüne çıktığını görüyorsunuz. O zaman herkesin dilenmesi gerekiyor. Benim anladığım kadarıyla dilenme bir hayat tarzı, bir geçim biçimi olarak insanların kendilerini bu şekilde ortaya koymaları ve bundan hiçbir şekilde sıkıntı çekmemeleri, herhangi bir mağduriyet hissi duymamalarıdır. İnsan bazen kendi davranışlarını sonradan değerlendirdiğinde, hoşuna gitmeyen yanları oluyor, üzülüyor yani yapmamam gerekirdi diyor. Burada öyle bir şey olmuyor. Bilinçli bir biçimde yani hangi koşullarda kimden ne alınabilir belki çok iyi bir psikolojik tahlil, çok iyi bir sosyolojik tahlil sonucunda bir iş yapıyorlar.

Gene de bir mağduriyet durumu yok mu? 

Akli, bedeni özürlerinden dolayı bu yola gitmiş olanlar da var. Hatta meczup olduğu için insanların yardım ettiği, karınlarını doyurduğu örnekler var. Ama bana göre dilencilik bu değil. Dilencilik daha örgütlü bir şey gibi. Dilencilik insanın kendi davranışını ve diğer insanlarla olan ilişkisini iyi hesaplamasıyla ilgili bir faaliyet. Bunların sosyal özelliklerinin benzer olması bu durumu daha iyi açıklıyor. Bahsettiğim gibi aynı köyden olabiliyor veya Çingeneler olabiliyor bunlar. Türkiye’de mesela çok yaygın olan bir şey vardı. Şimdi yapmıyorlar. Bu ilk turizm hareketlerinin başladığı zamanlarda, insanların eskiden çok da gidilmemiş yerlere gitmeleri sonucunda rahatsız edici bir şey oluyordu. Çoluk çocuk gidip avuç açıp, gelen kişiden bir şeyler dilenmeye başlıyorlardı. Şimdi bu bir ilişki kurma biçimi midir ya da aklı o kadar mı eriyordu? Ama enteresan bir şeydi. Bunların kalktığını zannediyorum şimdi. Yoksul mahallelere biri gidince de bir şey istendiği oluyordu.

Aslında yine de ortak sosyal özellikleri fakirlik? 

Muhakkak ki bunun altında bir fakr-u zaruret var. Fakat bu durumu bizim anladığımız ölçüler içinde aşmak yerine bu tür bir yola başvuruyorlar. Mevsimlik olarak; bayramda, seyranda tatil dönemlerinde de bir yerlere gidip dileniyorlar. Hani nasıl mevsimlik işçiler çalışmak için kalkıp Güneydoğudan Adana’ya veya başka topraklara geliyorlar, bunlar da bir yerlere gidiyor. Mesela diğer aylarda değil Ramazan’da belediyenin aldığı tedbirlerden biri olarak dilencilerin toplanarak şehir dışına çıkarma faaliyetleri var. Aslında bunların dışarıdan geldiği, yani oranın halkı olmadığı anlaşılıyor. Yoksulluk muhakkak ki insanın farklı bir boyutta davranmasına yol açabilir ama burada yoksulluktan başka bir şey olduğunu görüyoruz. Profesyonellik ve bir meslek olma yanı var, benim anladığım kadarıyla. Belki başka verilere ulaştığımızda onları göz önüne alarak farklı düşünebiliriz ama şu an tespitlerimiz bu.

17-18. yüzyıllarda İngiltere ve Fransa’da nüfusun yüzde 10’u, 1736’da Osmanlıda nüfusun yüzde biri dilenciymiş. Bu yılda dilenci olarak tespit edilen 322 kişiden 70’i gerçekten dilenecek durumdaymış. Aynı tarihte Paris’te dilenci sayısının bu rakamın 100 misli olduğu söyleniyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında, modernleşme sürecinde Osmanlıda da tablo değişmeye başlıyor…

Tarihi dönemlere baktığımız zaman muhakkak ki yoksulluğun ya da toplumsal örgütlenme biçiminin katkısı vardır. Evet, Paris’te dilenci tarikatları diye bilinen dilenci örgütlenmeleri var. Bunlara ait bazı resimler görmüştüm. Ortaçağ Araştırmaları Enstitüsündeydi galiba, bazı resimlerde, betimleyici çizimlerde gördüğüm kadarıyla kolu bacağı olmayan, sanki hayatta kalabilmek için bir şeylerini feda etmiş insanlar. Bu çok doğru. Yine de birilerinden öyle veya böyle bir şeyler aktarabilmenin yolunu bulmuşlar, daha örgütlü bir hale gelmişler. O hayatı anlatan bazı sinema filmleri de var. Biraz yer altı örgütlenmesini andıran ilişkiler içindeki fakirler söz konusudur. Ama bunlar dilenci midir, yoksa buna benzer bir başka bir örgütlenme biçimi içinde midir? Ama dediğiniz doğru. Yani uzun dönemler olarak baktığımız zaman Batıda feodalizmin biraz çözülmeye başladığı dönemde, -çünkü toprak sahibi olmayınca insanlar, ister istemez şehirlere göç ediyorlar- kentleşmenin yavaş yavaş palazlanmaya başladığı dönemde bir nüfus aktarımı var. Belki bu nüfus aktarımı ve artışı biraz kendini dilencilik veya işsiz güçsüz takımı olarak gösterebilir. Ama onlar da tabii bir şekilde loncalarda veya başka yerlerde bir düzen altına konuyor veya onun dışında kalanlar artık belki dilenci oluyorlar. Yani şehre kırsal alandan göç var. Belki bu göçün büyüklüğü böyle bir olguya yol açmış olabilir.

Osmanlıda bu boyutta bir göç yaşanmadı.

Osmanlı bu kırsal alandan göçü oldukça uzun zaman denetim altında tutarak engelleyebilmiş bir yapıya sahip. Daha sonraki yıllarda Osmanlı’nın bu merkezi gücünün, İstanbul’un bu kendine özgü yapısının kırıldığı yıllarda, savaş yıllarında, insanların Balkanlardan veya diğer yerlerden gelip kendini büyük şehir olarak İstanbul’a attığı dönemde buna benzer şeyler ortaya çıkmış olabilir. Ama bugünkü Türkiye için bu kadar çok imkânın bir arada olduğu, geniş bir iletişim ve ulaşımın olduğu yerde insanların çaresizlikten dilenciliğe düşmesi garip bir şey. Mesela bunun bence hırsızlık veya buna benzer suçlardaki artışla daha doğrudan bağlantısı olabilir.

İnsanların içinde bulunduğu zor durumdan faydalanarak onları ağına düşüren, örgütlü, illegal bir yapı olabilir mi? Belki ufak tefek örnekler söz konusu olabilir ama o kadar büyük bir örgüt olsa bu fark edilebilirdi. Bu çocukları uzaktan getiriyorlar, çalıştırıyorlar, dilendiriyorlar. Böyle kendi içinde küçük bir yapıdan söz edilebilir ama bunun bir döneme damgasını vuracak kadar geniş olduğunu sanmıyorum.

Kapitalist ekonominin örgütlediği bir toplum yapısında, dilenciler, evsizler, yoksullar bu yapılanmanın dışında kalıyorlar. Modernleşme tarihimiz açısından baktığımızda özellikle bu insan grupları modernleşmenin en öteki yüzü mü oluyorlar?

Bir kapitalistleşme sürecine girdiğimiz doğru, yani artık su bile parayla oldu dedirten bir yapıdayız. Eskiden kırsal hayatın bunları emdiğini, bağrında barındırdığını görüyoruz. 50, bilhassa 60’lı yıllardan sonra, kapitalist uygulamaların dışında göçlerin yeni kitleler oluşturmasından bahsedebiliriz. Ama onlar da büyükşehirlerde bir şekilde mevcut düzene ayak uydurmaya hazır kitleler. Gecekondulaşmanın ortaya çıktığını görüyoruz, marjinal sektör diye bilinen işlerde çalıştıklarını görüyoruz. Bana göre burada nasıl olursa olsun “çalışma” öne geçiyor. Bunun Türk halkına özgü bir şey olduğu da söylenebilir. Yani ne yapıyor ediyor çalışıyor. Ya da İslami boyutları olabilir bunun. Çünkü ben çocukken Edremit’e Yugoslavya’dan göçmen olarak bir grup insan gelmişti. Göçün sebebini bilmiyorum. Aileleri çok büyük bir konağın odalarına yerleştirdiler. Ama bir müddet sonra 7–8 yaşındaki çocuklar annelerinin yaptığı poğaçaları satmaya başladı. Kapı kapı dolaşıp, durumlarını anlatarak dilenebilirlerdi. Ama hemen bir iş icat ettiler.

Hayat felsefelerinde hayatta kalma tarzı olarak “çalışma” var. Dilenciliğe alternatif olarak… Dilenciliği de sistemin içinde değerlendirmeli o halde.

Dilencilik çok daha farklı bir insani karakterin yansıması olarak gözüküyor. Yoksa normal olarak insan, hırsızlık da yapıyor. Yani belki de kendince bir sosyal adalet uyguluyor. Yani onun var benim yok, bu nasıl şey deyip çalıyor. Mesele hukuka aykırı ama belki kendi anlayışına göre onun 10 tane vardı, bir tanesini ben aldım diyerek meşrulaştırıyor. Tabii bu hırsızlığı mazur gösterecek bir şey değil ama neticede realite bu. Böylece topluma kene gibi eklemlenmiş oluyor. Bir nüfusun, demografik unsurların topluma eklemlenmelerinin bir parçası gibi dilencilik. Yani bir şekilde toplumdaki üretim tarzının, hayat tarzının içine eklemleniyorsunuz. Belki kimi fuhuş yapabiliyor, hırsızlık yapıyor, kumar oynatıyor… Şehrin kalabalık yerlerinde “bul karayı al parayı” diye küçük kumar çeşitleri vardı. Bunlar hep topluma eklemlenme biçimleri. Bayram yerlerinde, panayır gibi yerlerde muhakkak bu tiplerden birkaç tane çıkardı. Onlar da alavere dalavere tarzında hareket ederek bir geçim temin ediyorlar. Yani ben dilencilik de dâhil olmak üzere buna benzer şeyleri bir şekilde topluma eklemlenme olarak görüyorum.

Aslında bu yollar, yaşadıkları yoksulluk veya yoksunluk halleriyle bir tür başa çıkma stratejisi olmuş oluyor…

Marjinal, çizgi dışı, ayak uyduramamış bir kesim olabilir. Bir düşüş yaşamış olabilirler. Yani ailesi zamanında zorluk yaşamıştır ya da çok kötü sosyal koşullar içinde parçalanmış bir ailede, gayri meşru veya gayri ahlaki yollarla doğmuş insanların ayakta kalabilmeleri için bir yol olabilir. Ama toplumun mevcut yasal örüntüsünün dikkate alamadığı, üzerinde çözümler üretemediği bir kesimin, bir nüfus parçasının dilencilik yoluyla toplumla temas etmesi, oradan bir şeyler alması ve topluma eklemlenmesi söz konusudur. Başka biri başka bir şekilde bunu yapabiliyor. Neticede toplumun belli temel ana gidişatı dışında bir sürü yapıp etmesiyle zamana zemine, geceye gündüze göre bilmediğimiz daha birçok yanı var. Bunlar bir şekilde toplumun yasal/resmi çizgisine eklemlenmiş oluyorlar.

Yoksulların STK’lardan veya devletten yardım alması dilendiricilik olarak değerlendiriliyor. Olumsuz bir anlam yüklenerek buna “sadaka kültürü” deniyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

İnsanları çalışmamaya itiyorsa, hareketsiz bırakıyorsa, yani bir şey yapacakken yaptırmıyorsa böyle değerlendirilebilir. Ama bu insan istiyorsa birinin de vermesini engellememek lazım. Başka bir deyişle birisinin de elinden, içinden geliyorsa verebilmelidir. Mesela yolda giderken bir çocuğa simidinin bir parçasını veriyor, al ye sen de diyor. Paylaşmayı hoş görmek lazımdır. Biraz önce dediğim gibi bu yolla topluma bir eklemlenme var. Belki burada eleştirilecek yan, bu faaliyeti yaptığımız ölçüde insanları biz çalışmaktan alıkoyuyoruz olmalıdır. Bu insanlar bütün gün oturuyorlar yatıyorlar, ondan sonra bir yerden ekmek, yemek geliyor ya da gidip bir yerde hayır olarak verilen yemeği yiyorlar. Belki bu da bir hayat tarzıdır ama bunu doğru değerlendirmek lazım. Yani bunu bu mülahazalarla topyekûn reddetmemek gerekmektedir. Nihayet toplumun bir kültürü var, bu kültürün bir tarihi var. Bu kültür içinde hayır adına yapılan, iyilikler var. Bu bakımdan da durumu toptan reddetmemek lazım.

Ne yapmalı, peki? 

Bu iki biçimin iyi bir araştırmayla ortak noktasını bulmak gerek. Ve bunun bazı hayır kuruluşlarının desteği ile istismara yönelik hal almamasını da sağlamamak lazım. Ama sırf bu hayır kuruluşları belli bir düşünceye veya ideolojiye hizmet ediyor diye düşünüp bu hayrı, yardımı engellememek veya reddetmemek lazım, aleyhine düşünmemek lazım. Nihayet öyle veya böyle bu insanlar topluma eklemlenmiş oluyor. Üretimin dışında kalmış, normal iktisadi çarkın dışında kalmış unsurların da topluma eklemlenmesini reddetmemek, bu durumun önüne geçmemek lazım. Ama bu insanlara iş bulabiliyorsak, işini yapmayıp bu yolu seçiyorsa o noktada müdahil olunabilir. Deniz Feneri dolayısıyla bazı bilgiler elde etmiştim. Bunu iş haline getiren ve her derneğe bir dilekçe yazarak yardım isteyenler var. Dernek yetkilileri gidip durumuna bakıyorlar, ona bir yardım bağlıyorlar veya veriyorlar. O zaman bütün hayır dernekleri arasında bir koordinasyonun olmasının gerektiği ortaya çıkıyor. Vatandaşlık kimlik numarasına göre yapılacak bir değerlendirmede bu kişiler kimden yardım alıyorlar, hepsinden mi alıyor çıksın ortaya. Yardım kuruluşlarının birbirlerine de karşı biraz itimatsızlıkları var. Netice olarak bu tarz eleştirilerin haklı tarafı var ama sırf belli bir ideoloji veya düşünce taraftarıdır diye, belli bir partiye belki yarıyor diye bu faaliyetleri reddetmemek lazım.

Özellikle kışları aşırı soğuk olduğunda İstanbul Belediyesi evsizleri, dilencileri bir spor salonuna topluyor ve ardından hava düzelince, mesela kar kalkınca da onarı yeniden sokaklara salıyor…

Hakikaten yardıma ihtiyaçları oluyor. Yani onu siz orada bırakırsanız o günün akşamı donar. Onu iyi yapıyorlar. Şunu düşünmüşümdür hep; bir hazırlık yapıp böyle bir soğukta bunlar spor salonuna toplandığı zaman gidip bunlarla anket yapmak lazım. Bunlar içinde hakikaten aile sahibi olup bir şekilde reddedilmiş ve ya kendisi reddetmiş, kendini inzivaya çekmiş insanlar da var. Bu insan bir aile içine giremiyor, bir ev hayatı yaşayamıyor. Mesela ben hatırlıyorum, bir çıplak adam, bir arsada somya üstünde donmuştu. Demek ki o arsa içinde o somyada yatıyordu o. Ve ne kadar çaresiz ki kalkıp üstüne bir şey alamamış, yataksız, yorgansız yatıyor. Fransa’dayken Paris’te bir televizyon programı izledim. Orada clochard denilen, demin bahsettiğim tipli, dünyayla bütün bağları kopmuş insanlar yaşar. Her metronun, her sokağın, her parkın bir tarafında vardır. Bunlar “1 liran var mı, 50 kuruşun var mı” diye dilenirler. Yok derseniz de hani öyle üstünüze fazla gelmezler. Bunların nerede kaldıkları bellidir. Bunları bir nevi tımar etmek için belediye topluyor. İçlerinde ileri derecede alkol tüketenler de var. Aldıkları parayı şaraba yatırıyorlar. Hatta ben bir hesap yaptım; onların şaraba, içkiye yatırdıkları para, bizim asgari ücretin üstünde çıkıyor. Bunların günde 5-6 litre şarap içtikleri söyleniyordu. Ama bunlar tamamen kopmuş insanlar hayattan. Bunların içinde metro girişlerinde, koridorlarında yatanlar var. Metronun sıcak hava kanallarında yatıp sızdığı için bir tanesinin kuru havadan yüzü şişmiş, cılk yara olmuştu. Bir tanesi 3 ay mıdır, 6 ay mıdır, ayağından çizmesini çıkarmadığı için çorabı cildiyle birleşmiş ve tenine yapışmıştı. Onların hepsini götürdüler. Tedavi ettiler, yemek verdiler, üst baş verdiler. Ve hepsine, gel burada çalış, buraya gelenlere hizmet et diye teklif edildi. İşte sana yatacak yer, işte sana yiyecek yemek dediler. 50–60 kişiden sadece 1’i kaldı. Sonra hepsini yine kendi kovuğuna götürdüler bıraktılar. Öyle bir kategori insan da var. Belki bizim de o toplanan insanlarımızda böyle bir sosyo-psikolojik etkenleri vardır.

Bizim tarihimizde sufi, derviş meşrepli insanlar var. Bunlar çalışmıyor, sadece insanlara nasihat ediyor, insanların verdiklerini yiyip geziyor.

Neticede karşılığında bir şey bir hizmet veriyor ve tabii alıyor. Böyle tipler var, fakat bunlar öyle bir şey değil. İfade şuydu: “bunlar intihar edebilecek durumda dahi değiller.” Yani o kadar düşük bir psikolojik durumdalar ki hayatı, ölüm değerlendiremiyor. Psikolojik olarak insanlık onurunu düşünüp, intihar edemeyecek duruma kadar düşmüş insanlar. Yani bu toplananların arasında da böyleleri olabilir. Ama dediğim gibi bir hazırlık olup da hemen o kış birkaç yüz kişi toplanınca, bahsettiğim anket uygulanabilir. Ama ben yine bu konuya ilgi duyduğum zaman Fransa’da yapılan araştırmalara baktım, bunları özel olarak takip etmişler ve belli saatlerde ve belli yerlerde bulunurlar diye rapor etmişler. Mesela sabaha karşı 3-5 arası, artık ayakta duramayacak hale geliyor ve bir yere gidip sızıp uyuyor. Metro girişleri, inşaatlar, gemiler… Mevsime göre de değişiyor. O zaman o insanlarla gidilip mülakatlar yapılmış. Bunların içinde, ‘sans papiers’ (kimliksiz) denilen insanlar var. Hiçbir kimlik belgeleri yoktur, mevzuat önünde resmen yokturlar ama bir şekilde yaşarlar. Mesela öyle insanlar da var bunların aralarında. Yani dolayısıyla bu dilencilik kategorisi içinde belki toplanabilse de çok daha farklı boyutlarda çıkıyor karşımıza.

Türkiye’de devletin dilencilere, evsizlere yönelik onları zabıtayla toplamak haricinde bir politikası yok. Onlara yönelik sosyal politikalar geliştirilmeli…

Evet, ama işte bu derekeye düşmüş insanlara bir politika uygulayamazsınız. O yine dışarı atacak kendini, onu bir yere koysanız duramayacak. Dondurucu soğuklar nedeniyle toplanan kişiler arasında bir kadını televizyonda gördüm; bir tekerlekli sandalye üstüne oturtulmuştu. Altı tamamen açıktı, üstünde battaniye türü bir örtü vardı, demek ki idrarını tutamıyordu. Belki bazı aileler de onlara bakamadıkları için, söz konusu ettiğiniz bir desteği alamadıkları için o insanlar sokakta. Belki de zamanında tedavi olsaydı rahatsızlıklarının önüne geçilebilirdi. Tabii bunun gibi, buna benzer insanların belki bir kısmı akıl hastanelerinde yatıyor olabilir. Yani o da ayrı bir kategori herhalde.

Bizdeki evsizleri konu edinmiş sosyolojik bir araştırma yok sanırım.

Yok. Benim düşüncemde vardı, bir türlü yapamadım. İşte, soğuk havalarda toplandıklarında hemen gidip bir anket uygulamak ve durumlarına göre araştırmayı sürdürmek gerekir.

Böyle bir araştırma olsaydı, belki tarihsel algı olarak bizim modernleşme tarihimiz içerisinde bunun nedenlerini değerlendirebilirdik.

Evet. Ama yok maalesef. Bu insanların ne olduğunu bilmiyoruz. Yani ailelerinden itilmiş oldukları açık. Avrupa’da yapılan çalışmalara baktığım zaman, onların aileleri ile bağı kopmuş, bir nevi terk edilmişler. Veya aile onu itmiş, atmış dışarı. Öylesine yaşayan insanlar var. Bazen bu insanlara bir yerden para geliyor. Kendisinin o insan olduğunu dahi ispat edemiyor. Bazılarının ellerine bir belge verilmiş zamanında, bu şu kişidir diye. Oradan bu parayı alıp yaşamasını sürdürecek ama kimliksiz olduğu için yapamıyor. Bir kısmı belli işler yapıyorlar ama vatandaşlık hakları olmadığı için ‘sans papiers’, yani kimliksiz oldukları için haklarını alamıyorlar. Bu tür tek başına sokaklarda yaşayanlara yönelik araştırmaların muhakkak yapılması lazım. Bir kavram içinde hepsini topluyoruz. Yoksullar, dilenciler, evsizler, bilmediğimiz diğer kategoriler… Özelliklerini, farklılıklarını ayırabilmek ve belki genel çerçeve içinde gözden kaçan yanlarını ortaya çıkartıp çözüm bulabilmek o zaman mümkün olabilir.

Araştırma olmayınca sağlıklı sosyal politikalar da üretemiyoruz. Dilencilik üzerine yapılan çalışmanın içindesiniz. Dilenciliğe dair sosyal politikaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Benim tahminim, bir yardım yapılsa dahi bunlar gene dileneceklerdir. Çünkü bu meslek gibi bir hayat tarzıdır, geçim yoludur. Mesela Adana’nın bir köyündeki dilenciye yardım etseniz, para da verseniz, iş de bulsanız “Allah razı olsun” deyip köyünde oturmaz. İstanbul’a gelip yine muhakkak icra edecektir dilenciliği.

Sosyal araştırmacılara ve sosyal politika üreticilerine öneri olarak ne söylemek istersiniz? Önemli bir konu. Hiç olmazsa kategorilere ayırabilmek için çalışmalar yapmak lazım. Yoksulluk, dilencilik gibi topyekûn bir kavram yerine onların zamana, zemine, bölgeye, yöreye veya insani özelliklerine bağlı olarak çıkabilen farklılıklarını ayırıp daha kategorize etmek lazım. Topyekûn bir tanım, topyekûn bir çözüm arayışı getiriyor. Hâlbuki onun içinde çok çeşitli insanlar var. Yani en azından bu gece donmasınlar diye çok soğuk havalarda bu insanlar toplanıyor ama bunların en büyük sorunu tek, yalnız ve izole olmalarıdır. Bunun nedenleri bulunabilir, onlara özel, psikolojik yanı ağır basan bir tedavi uygulanabilir vs. Mesela yine Fransa’da bu yoksullar için yapılan bir şey var. Bizdeki bu inşaatlara koyulan uzun vagon gibi mekânlar içinde merkezler kuruyorlar. Bu insanlar oraya geliyorlar, karınlarını doyuruyorlar, tıraş ediliyorlar, duş yapıyorlar, üstleri başları yıkanıyor veya değiştiriyorlar. Tıbbî bir yardım, destek alıyorlar. Çünkü bunların bir kısmı bazı madde de kullanıyor olabiliyor. Onlara tıbbî destek veriliyor. Ve karınlarını doyurup öbür uçtan çıkıp gidiyorlar. Mesela ben bunu Deniz Feneri Derneğine teklif etmiştim. Ama bu mekânlar nereye konacak, kimlere açık olacaklar?

Bizde o türde evsizler var mı? Yok. Yani hakikaten oradaki clochard tipinde, saçı sakalı birbirine karışmış insan yok bizde, ya da yok denecek kadar az. Bunlar yukarıda anlattığım merkezlere geliyor, biraz tımar ediliyorlar. Yarası varsa tedavi ediliyor, karnı doyuruluyor, üstü başı değişiyor, yıkıyorlar, öbür taraftan daha adam şeklinde çıkarıyorlar. Mesela bu yapılabilirdi ama nereye yapılabilir ve kimler yapabilir? İşte biz bu en alt kademeyi, yani çok soğuklarda toplanan kategoriyi dahi tanımıyoruz. Biz daha çok yardımlarla bir şekilde temas kurulmuş ve öyle bir hayat tarzını kabul etmiş insanları tanıyoruz. Yardım dernekleri tarafından karınları doyurulan, Ramazanlarda hatırlanan veya periyodik olarak yemek çıkartılan insanları biliyoruz. Ama bunun daha altında olan insanları bilmiyoruz, belki oradan başlayıp adım adım yukarı çıkarak bu konuyu daha sistemli bir biçime sokmamız gerekecektir.

KORKUT TUNA 1944 yılında Balıkesir’de doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitirdi. 1977 yılında Sosyoloji Bölümünde asistan olarak göreve başladı. “Yurt Dışında Çalışma Olayının Sosyolojik Eleştirisi” başlıklı doktora tezinin ardından, 1982’de yardımcı doçent, 1985’te doçent, 1992’de de profesör unvanlarını aldı. Dekanlık görevinden önce Sosyoloji Bölüm Başkanlığı, Anabilim Dalı Başkanlığı, Sosyoloji Araştırma Merkezi Müdürlüğü gibi idari görevlerde bulundu. Prof. Dr. Tuna’nın “Yurt Dışına İşçi Gönderme Olayının Sosyolojik Eleştirisi”, “Şehirlerin Ortaya Çıkış ve Yaygınlaşması Üzerine Bir Deneme”, “Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine” ve “Yeniden Sosyoloji” isimli yayımlanmış kitapları ve çok sayıda makalesi bulunuyor.




Editör: TE Bilişim