Hani diyorlardı ya, 28 Şubat öncesi irtica provası niteliğindeki herşey asparagastı, komploydu, derin devlet yaptırmıştı. Kadınla basılan yalancı şeyh hikayesi filan. Ya bugün yaşadıklarımız? Onları da mı derin devlet yaptırıyor? Üstelik de hepsini yakalayıp Silivri’ye tıktınız ya? İçki yasağını kim çıkardı? Ay pardon içki yasağı yok ki, tıksırıncaya kadar içiyoruz ya. Çok yaşa sen o arkada tıksıran! Peki ucube diye heykel yıkmaya kim kalkıyor? Kültür Bakanı mı?

“Kamuda türban haktır, yakında olacaktır” diyen Genelkurmay Başkanı mı? Hizbullah serbest. Serbest olmakla kalmamış, ortada yok, sırra kadem basmış. Tavşana kaç, tazıya tut, fellik fellik aramak yeni akıllarına geldi. Televizyonda eğlenceli bir dizi yayınlanıyor diye ortalık birbirine girmiş, 500 yıl önce ölmüş ve tarihe mal olmuş bir şahsiyetin mahremiyeti diye hop oturulup hop kalkılıyor, neymiş öpüşüyormuş. Oysa ne yapmalıydı? Sadece dühul, perşembeyi cumaya bağlayan gece o da! Yok dühul değildi, neydi, halvet miydi? Bizimkiler yetmedi, bir de Avrupalı yobaz ithal etmişiz, Osmanlı sevdalısı bir hatun, Harem bir ekoldür, diye şiveli şiveli, başını da örtmüş, ekran ekran dolaşıyor. Ne ekolüymüş Harem? Bir tür geyşa okulu işte, erkeği hoş tutmasını öğrettikleri bir yer. Ki halvet olurken işe yarasın. Sanki o padişahlar çocuklarını, kardeşlerini boğdurtmamış, Kanuni, çok sevdiği Mustafa’yı boğdurturken karşısına geçip seyretmemiş! Artık korkmaktan da vazgeçtim, sadece sinirleniyorum durup durup ayar verilmesine. Bu müdahalecilik, benim istediğim gibi yaşa anlayışına. Ben içki içmiyorum, sen de içme. Ben o diziyi seyretmiyorum, sen de seyretme, (inadına herkes seyretti!). Öyle giyinme, oraya gitme, onu yapma. Sana ne kardeşim, sana ne? Bu ülkede reşit olmuş bireyler, içer de, sevişir de, dizi de seyreder. Sen alkollü araç kullanıyorsam engelle. Fuhuş yaptıranı engelle. Sen asıl şiddeti, terörü, ceberuttuluğu engelle. Çocuğuna karışır gibi millete de karışma, tamam mı? Bıktık baba devletten yahu. Şimdi şarkı söyleme zamanıdır: Hür doğdum, hür yaşarım, sana ne, sana ne, köle miyim ben sana, kime ne, kime ne!

Prenses’e nazar değdi!

O kadar güzel ki gören çarpılıyor, hayran kalıyor. Hatta fotoğrafını gören, canlısını görmeye eve geliyor. Yakından gören, tahtalara vurup Maşalah, maşallah diyor. Mavi yeşil gözleri, biraz hüzünlü, biraz hınzır bakıyor. Bir avuç beyaz tüy. Geleli 20 gün filan oldu. İlk günlerdeki kalp çarpıntısı, korkusu, tedirginliği geçti. Mamasını yiyor, zıplaya zıplaya koşturup top oynuyor, perdenin kordonlarına dolanıp, yüreğimi ağzıma getiriyor. Evimizin yeni sakini, yeni bebeğinden bahsediyorum. Lokum Hanım’ı kaybettiğimi paylaşamamıştım sizinle, acılardan acı beğen, anlamayan olur, daha çok kırılır yüreğim diye. Aylar geçti, acısı geçmedi, kaybına alışamadım. Dostlarım yeni bir kedinin gelme zamanı diyerek, bu küçük kızı getirip verdiler koynuma. Annesinden ayrılalı 50 gün olmuştu, dişleri çıktığı için ayırmışlardı kesin. Basık burunlu, dişi bir İran cinsi kedi. Bu 20 gün boyunca içiçe yaşadı, kâh benimle kâh Deniz’le (ağabeyi). Öpülüp koklanmaktan, okşanmaktan kirlendi bile. Ve bugün ilk aşısını olmaya Özkan Amca’sına gittiğinde. Benim de bir gün önce gözüme takılıp bu ne dediğim şeyin, kaşlarının üzerinde bir mantar olduğu çıktı mı ortaya! Küçük prensesim, iğneleri yedi geldi eve. Şimdi onu niye kucağıma almadığımı, niye öpüp koklamadığımı anlamadan gözümün içine bakıyor! Bu mantar denen illet hastalık öyle de bulaşıcı ki. Onu sevmekle hastalığın bulaşmasını önlemek arasında gidip gelmek, ne ölümcül bir tercih. Beni kucağına alsana diye patisini uzatmış ağlayan bu küçük sevgiliye nasıl anlatırsın ki bundan böyle seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli... Prensesim, ne olur anla beni. Seni çok seviyorum ama artık beraber uyumak da yok, öpüşmek de. Kırılma, küsme e mi!