Siyasal İktidardan Hala Demokratikleşme Bekleyen Varmı
 
Türkiye'de 2002'de AK Partisi Hükümeti'nin iş başına gelmesiyle başlayan devlet ergini elinde tutma mücadelesi, 12 Eylül 2010 referandumuyla kapandı. 2011 Haziran seçimleri bu sonucu tescilleyerek AK Partisinin devletleşmesinin önündeki tüm engelleri kaldırdı.
 
     Bu ara dönem,(2002-2010) bir geçiş konjonktürüne denk düşüyordu. 28 Şubat fiili askeri müdahalesi ile hükümetten devrilen Refah Partisi'nin uluslar arası sermayeye adapte olmuş versiyonu AK Partisi, seçimlerden galibiyetle çıkmıştı. Devlet ergi içinde kendi yerini açmak amacıyla hükümete gelmişti.
 
     Dolaysız olarak Anadolu'nun orta sermaye gruplarına dayanan AK Partisi, “siyasal İslamcı” hareketin düzene ve rejime ayak uydurmuş kanadının ifadesiydi. Orta burjuva katmanların “dünyayla” bütünleşme ve devlet iktidarının nimetlerinden yararlanma arayışını ifade ediyordu. 28 Şubat'tan ders çıkartarak, AB karşıtlığı, TÜSİAD'la sürtüşme gibi “aşırılıkları” bordadan atmış, tersine en hızlı AB'ci ve TÜSİAD'cı parti olarak öne fırlamışlardı. AK Partisi'nin devlet iktidarında yer edinme çabası, cumhuriyetin kurucu partisinin iktidar gücünü ve rejimin “laiklik” tanımını zorladı. Bu yüzden, AK Partisi Hükümeti, rejim krizi koşullarından yararlanmak zorundaydı. Kendisi için istediği değişimleri, topyekûn bir değişim, demokratik bir dönüşüm biçiminde sunmak durumundaydı.    Bu bağlamda, rejim krizinin esas faili olan ezilenlerin mücadele talepleriyle söylemsel düzeyde bir ilişki kurdu, kendi özel davasını güderken, bu kesimleri arkalamaya çabaladı. Gerçekte hiçbir toplumsal ve siyasal sorunu çözmedi, ama bu sorunlara dair “farklı” yaklaşımıyla beklenti ve yanılsama yarattı. Egemen sınıf blokları arasında devlet aygıtının bu el değiştirmesi, siyasal islamı “ılıtılmış” haliyle rejimde bir yer açılması anlamına geliyordu.
 
        AK Partisi ve Fettullah Gülen cemaatinde cisimleşen İslamcı hareketin pragmatist kanadı, bu amaçla siyasal yaşama çok sayıda yeni personel kattı. Anadolu'nun siyasal yaşamdan dışlanmış, dindar eğilimli orta burjuva katmanlarını devlet olanaklarını kullanarak palazlandırdı, bunların içinden kimilerinin tekel konumuna yükselmesini sağladı. AKP'nin “sivilleşme, demokratikleşme” programının özü, temsil ettiği siyasal ve iktisadi güçlerin devlet rejimiyle kaynaştırılmasıydı. Bu kaynaşma, “yenidünya düzeninin” devleti yeniden yapılandırma programı zemininde gerçekleşti. Devlet, kimi çürümüş öğelerinden arındırıldı. (Arındırılması için hala yoğun bir çalışma içerisindeler.)  AK Partisi'nin oy desteği formunda taze bir toplumsal güç desteği ile rejim yeniden tahkim edildi. Ancak, rejim krizine yol açan gerçek sorunlar çözülmeden kaldı.
 
       İşte, 12 Eylül referandumunun özü, buydu. 12 Eylül'de AKP, devlet iktidarı üzerinde egemenlik kurmanın son virajını döndü. Bu eski rejimin tasfiyesi değil, onunla uzlaşma ve kaynaşma temelinde gerçekleşti. AK Partisi ve temsil ettiği sermaye katmanı devlet ergi üzerinde hegemonya kurdu ve fakat kendisi de rejimin kalıbına dökülerek onun politik karakteriyle bütünleşerek devletleşti. Belirli bir politik konjonktür sona erdi. Bir yenisi açıldı.
Bunu çok yanlış okuyanlar da oldu! Anayasa paketini demokratik bir reform, ileriye doğru atılmış bir adım gibi görenler “Yetmez ama evet” çağrısını yaptılar. Bu çağrıları nedeniyle, referandumun ardından oluşan yeni siyasal konjonktürde de sorumluluk sahibi oldular.
 
      Yeni anayasa çalışmaları 2002–2011 politik konjonktüründen çıkacak olduğuna göre liberallerin, yetmez ama evetçi solcuların şapkalarını önlerine alıp düşünme zamanları geldi de geçiyor bile. Devletleşen AK partisinin yeni anayasasının ne menem bir şey olabileceği anlamak için MÜSİAD'ın hazırlattığı anayasa taslağını okumaya gerek bile kalmadan MİT yargı ikileminde AK partisinin yasama organını çalıştırma tutumu her şeyi apaçık ortaya koymakta olup, dün AK partisi açılımlarından medet umanlar şimdilerde sus pus olup ortalıklarda görünmemektedirler.
 
      Elbette bu yanılgıları bir rastlantı değil, ideolojik-politik çizgilerinin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Demokrasinin kazanılması için ezilenlerin özgücüne değil, egemenlerin bu grubuna, onların “sivilleşme” programına bel bağlamışlardı. Bu denli gözlerini kör eden, demokrasi mücadelesini ele alış yöntemleri ve buradan AK Partisine dair besledikleri umutlardı. Eskilerin “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür” sözündeki gibi.
 
      Şimdi, aradan geçen bunca zamandan sonra kendilerini emekçilerin vicdanlarında nasıl arındıracaklar bilemiyorum. Bildiğim emekçi halkların, ezilenlerin vicdanlarında bu türden tatlı su solcuları, liberaller vb.vb. şahsiyetler ömür boyu hapse mahkûm edildiğidir.
 
      Devletleşen AK partisi hükümetinden emekçilere, ezilenlere, ötelenenlere yönelik demokratik açılımlar beklemek, insanca yaşanacak ücret talep etmek dünün araçlarıyla bunları elde edeceğini sanmak safdillik olur. Günün şartlarına uygun birleşik mücadele araçlarıyla iktidarı hedefleyen bir perspektif ile tüm gerçek muhalif kesimleri ileri bir kavrayışla ortaklaştırarak harekete geçirmek için çalışılmalıdır.