İktidardaki ‘İslamcılar’ bu kadar gaddar nasıl olabilir sorusuna ülkemizin medyası ve akademisinden gelecek bir cevabı uzun yıllar daha göremeyeceğiz.
   Hukuksuz ahlaksız dinsiz merhametsiz bir yargı süreciyle ülkemiz alt-üst oldu. Ve her ihtilal döneminde olduğu gibi bu hukuksuzluk felaketinin sıradan bir yargı sürecine bağlayıp normalleştirmeye çalışan Taha Akyol üslubundaki yüzlerce kalem gerçekte olup bitenleri hem bizleri hem insanlığı hem ülkeyi hem hukuku ‘boğuntuya’ getirmekte köylü karakterleri gereği kurnazlıklarıyla çok ısrarlılar.
   Aslında olup biten yani hukuk’u iptal eden ülkemizde uzun sürmüş bir köylü isyanı ve sözde kurumlarıyla istilasıdır, camii, parti, gazetesi ve yazarları uzun sürmüş bir illegal örgütlenmeyle Türkiye Tarihi’nin casuslarla el ele en kalleş sayfasını açmıştır.
   Müslüman kültür ve medeniyetinin bu denli dehşet saçan hukuk’u yok sayan bir inançları ve Tanrıları olduğunu hiçbirimiz söyleyemeyiz, ancak 1960’lı yıllardan beri İslamcılık diye başka tür bir inanç başka bir Tanrı kol geziyor orta-doğu topraklarında.
   Bizler ezberledik ancak yeni yetişen gençlere bu ‘köylü şiddetinin’ kökenlerini tane tane anlatabilmeliyiz. Bu köylü şiddetinin benzerini ortaçağ Avrupası’nın yüzyıllar sürmüş mezhep savaşlarında ya da çok uzağa gitmeden Taliban da pekala tıpkısını bulabilirsiniz.
   Özellikle ‘sömürge ülkelerinde’ yeşermiş, ezik, köle, bir üçüncü dünya İslamcılığı. Dini kitaplarda anlatılanların geleneğin kültürün dışında bambaşka bir Tanrı bu.
   Plastik üretilmiş bir tanrı. Diyebiliriz ki Allah yerine ikame edilmiş batı karşısındaki korkulardan devşirilmiş modern bir put’ttan kaç zamandır saflıkla ‘inanç’ diye söz ediyoruz.
   Batıya karşı yenilginin çürümenin köleliğin geri kalmışlığın cinnetiyle inşa edilmiş bir put, yepyeni bir Tanrı İslamcılık.
   Bu merhametsiz kan davasının tarihle gelenekle dinle hiçbir ilişkisi yok, sözümona simülasyon derme çatma demokrasi dışı kurumların ‘gasp’ıyla demokratik kurumları ele geçirmenin hikayesidir bu.
   Son elli yılda batılı kurumlar karşısında kinle intikamla sadece iktidar hevesiyle yakınla akrabayla hemşeriyle oluşturulmuş bir kurgu Tanrı.
    Bu kurgu Tanrı öncelikle biçimsel bir Tanrı’dır, mış gibi bir Tanrı. Modern kurumların özüyle alakalı değil modern kurumların tabelasını taşıyıp benzeterek anıştırarak dümenine uydurmanın Tanrısı.
   Başka da türlü dinin ve dindarın bu cüretkar ‘dehşetini’ anlamak mümkün değil.
   Ya da Müslümanlığın Allah’ını bu denli canavarlaştıran nedir sorusuna bir cevabımız mutlaka olmalı.
   Ülkemizi ahlak-dışı bir kayıtsızlık içine sürükleyerek çaresizleştiren bu  ‘ikame’  ‘kullanışlı’ ‘zahmetsiz’  ‘plastik’ İslamcı Tanrıyı iyi tanımalıyız.
   Şerefsizliğin dahi değil insansızlığın bu denli dipsiz mezarlarını kazanları bugünlerde cehaletinden rahatlığından pervasızlığından daha iyi tanıyoruz. Öyle bir yere geldik ki kendi ordusuna kalleşlik ve casuslukla tuzak kuran yüzde elli oy almış bir İslamcı iktidar bu ülkeye nasıl musallat oldu sorusunu dahi soracak adam yazar kalmadı.
   Ülkemizi kapkara bir boşluğa, çok uzun sürecek kanlı bir boğuşmaya, bitmeyen kabus gecelere  taşıyan bu plastik ikame Tanrı’yı tanıyalım, unutmayın bu Tanrı’yı köylüler inşa etmiştir, uyuşuk tembel ve beceriksiz insanların marifetidir.
   Yaşadığımız hukuksuzlukların gelip geçici bir zulüm dönemi ya da bir dizi siyasi yanlışlık ve boşlukların işi olmadığı, çok derin yapısal kökleri olduğu gerçeğini bilgilerimizi tekrarlayarak yeni yetişen nesle anlatmalıyız.
   Sömürge altında yaşayan ezik köle uyuşuk tembel köylülerin inşa ettiği İslamcılık put’unun en büyük özelliği modern demokratik kurumları aldatan bir dizi ‘taktikler’le bugüne gelmiş olmaları.
   En başta cemaat denilen tarikat yapılanmasına bakın, tarihi bir kültürümüz olan tarikatla dahi hiçbir ilişkisi yok, sadece biçimsel olarak ‘tarikat’, yani başında biri ve kapısında müritleri, bu kadar. Bir ahlak terbiye insan geliştirme sistemi olarak kültürümüzde yer almış tarikatlarla hiçbir ilişkisi yok, üstelik gerçek bir tarikat olduğunu iddia eden de yok. Saflıkla, ihtiyaçtan hasıl oldu, ihtiyaç’tan uyruldu, diyelim, ikame edildi, diyelim.
   1980 öncesi büyük şehir merkezlerinde başlayan yer altı camilerini hatırlayarak başlayın düşünmeye, nedir bu yer altı camileri, çok haklı gerekçeleri vardı, ‘ihtiyaç’tan denildi. Peki bu camilerin geleneğimizde kültürümüzde bir örneği var mıydı, hayır, tarihimizde ilk defa camii gibi kutsal saygınlığı en başta dini kurumlar, planlayanlar tarafından ‘bodrumlar’ın içine sokulmaktan hiç utanılmadı. Bir kat yukarısı karşılıklı iki daire satın alınarak daha tertipli daha temiz daha insani pekala yapılabilirdi?
   Yer altı camisi meşhur cemaatin tarikata benzemesi gibi camiyi anıştırıyordu o kadar, ancak asıl hedefi başkaydı, yasa dışı ya da yasa açıkları kullanılarak para toplamak, tarikat ve cemaatlere sempatizen genç mürid ve halk ayağını oluşturmak, yani camii’den çok bir illegal örgüt merkezi gibi.  Bir Müslüman şu soruyu hiç sormadı, pratik ve ideolojik faydaları çok fazla diye camii denen Allah’ın evi bodruma tıkıştırılması ayıp günah saygısızlık değil mi?
   Gerçek kültürümüzdeki camiyi aşağılayan değersizleştiren, mimarimize ve zekamıza hakaret kabul edeceğimiz bu bodrum camileri ‘saflıkla’ birileri hepimize kabullendirdi. Üzerinde farklı yönleriyle yüzlerce sayfa konuşabiliriz, ancak bu camiiler şehirde ‘köylülerin’ icadıydı ve köylülerin pratik ihtiyaçları için düşünülmüştü, bu vasatın da altında camilerden köylülerin utanması sıkılması beklenemezdi. 
   Yer altı camileri, camilere sadece benziyordu, bir ‘simülasyon’ anıştırma, İslamcılık’ın din adına kullandığı bütün nesne ve mekanların hepsi bu bodrum camii örneğinde olduğu gibi aslının en kötü en iğrenç kopyaları şeklinde çeşitlendi. Sebebi basit, aslını hakikisini yapacak bilgi beceri ve zekaları yoktu.  
   İslamcı denilen site ve TV’lerde söylenen arabesk ilahileri dinleyin aynısını göreceksiniz, muhteşem dini müzik kültürümüzle hiçbir alakası yok, içinde inleyen sızlayan arabesk nağmelerle dolu Allah Muhammed lafı geçiyor, bu kadar. Vasat dahi değil, utanılacak çürük ve kokan ve tarihimizde bir benzeri asla olmayan zavallı ilahiler, hayvanlar dahi bu kadar kötü müzik yapamaz.
   Ancak hiç kimse saygın geleneksel kültürün kıskanç titizliğiyle üstünde düşünmedi. Bu kuyruk yağı kokan sözümona ilahiler şehre yeni inmiş köylülerin zevkine hizmet ediyordu. Debdebesi vaveylası inceliği zerafeti onlarca çağın yüreklerini hoplatmış dini müziğimizin ne bestesi ne güftesiyle hiç alakası yoktu.
   Saflıkla buna da ihtiyaçtan deyip, geçelim.  Dikkat edin şehre yeni inmiş köylüler kendi uyuşuk tembel beceriksizlikleriyle geleneksel ve modern her kurumu kendine benzeterek çoğalıyordu, hakikisini öz’ünü çürüterek yok ederek büyüyen bir istilaydı bu. 80’li yıllardan beri çıkartılan dergi ve gazetelere bakalım, hatırlıyorum 80 sonrası yüzbin basılan İslamcı dergileri. Okuyanı yok, bayiden alanı yok, sadece bir posta abone marifetiyle yüzbinlere gönderiliyor. Dergiler astroloji kitaplarından kesilmiş huzmeli ışıklarla süslenip altına yine vasatın altında döşenmiş şiirlerle çıkıyordu. Ne şiir şiire benzer ne yazıları ne mizanpajı? Üstelik okuyanı da yok, herkes mecburen abone. Yani illegal bir para toplama, illegal bir toplanma. Bir mensubiyet oluşturma, ihtiyaç’tan diyelim.
   Kesip yapıştırılmış yazı ve resimlerle oluşturulmuş bu dergiler dergiye sadece benziyor, anıştırıyordu, bu kadar, İslamcılık’ın tarihi işte bu benzetilmenin adi kopya üretim tarihidir.
   Gazetelerine bakın, bayiden değil, abone sistemi, kapınıza bırakılır, okuyucusu var mı yok mu bilinmez. Şeklen biçim olarak gazete. Ama boşa sokağa kapılara atılarak bir büyük sayı oluşturuluyor, en çok satan oluyor, sonra mecburen en büyük gazete diyoruz. Baştan sona köylü tembelliği köylü uyuşukluğu köylü beceriksizliklerinin oluşturduğu kısa yoldan kurnazlıklarla ilerleyen illegal bir macera.
   Otuz yıl süresince bir çok aklı başında sandığımız kalem dahi bu cemaat ve tarikatların ‘sivil kurumlar’ olduğunu söyleyegeldi. Hiçbirinde birey yok, seçim yok. Hepsi tek bir cemaat liderinin ağzına emrine bakıyor, bu nasıl ‘sivillik’ deme cesareti dahi kimsecikler gösteremedi. Bunlar ‘demokrasi dışı’ kurumlardı. Seçimi olmayan bireyi olmayan kurumları demokrasinin hazmetmesi kabullenmemesi lazımdı. Değil, büyük büyük akademisyen ve yazarlar inadla otuz yıl bu illegal ve çağdışı sosyal kurumlara ‘sivil’ diye yazıp çizdi ekranlarda üfürdü ve toplumun hazmetmesini sağladılar. Bu cemaat ve tarikatların müşterileri müridleri sempatizanları destekçileri hepsi şehre yeni inmiş köylülerdi. Bu sözde kurumların gerçek demokratik kurumlara yasa dışı bir meydan okuma olduğunu söz birliği etmişcesine görmezden geldiler, belki de paralarını maaşlarını alıp sustular.
   Son kongrelerini afiyetle izlediğimiz demokratik bir kurum bir parti olarak AKP’ye gelelim, lider dışında konuşan yok, lider dışında partide başka güç, kurum, insiyatif yok. Bir parti mi, parti. Biçimsel olarak hukuk’a uygun mu, uygun. Gazetesi camisi ilahisi dergisi gibi partisi de biçimsel olarak evet, bir partiyi anıştırıyor.
   Demokratik kurumlara şeklen benzeyen anıştıran hukuki boşlukları kullanan bu sahte yapılanmalar bugün ülkemizin yargısı, öğrenci seçme merkezi, yüksek seçim kurulu gibi devasa kurumları sonunda eline geçirdi, aynı hukuki boşluklar aynı anıştıran andıran şeklen benzerlikler hileler ve kurnazlıklar her biri dümen marifeti tezgahlar kullanılarak.
  Şimdi yazımıza geçelim.
  Adına halkın yönetimi denilen modern bir yönetim tarzı Demokrasi’den konuşuyoruz. Demokrasi ve kurumlarının tarihi sanayileşmenin ve şehrin tarihidir.
   Hangi kitabı açarsanız ilk otuz sayfası şehrin ve demokratik kurumların tarihsel ve sosyolojik oluşumunu tane tane anlatır, ama hepimiz, batının büyük kurumlarının köylülerin şehirleşmesi işçileşmesini okuyarak başlarız öğrenmeye.
   Şehirde sahipsiz kimsesiz emeğinden başka hiçbir şeyi olmayan büyük işçi işsiz kitlelerin burjuvaya karşı örgütlenişini emek mücadelesini öğrenmeye başlarız.
    Bu tarih aynı zamanda  demokrasinin olmazsa olmazı vatandaşlık yurttaşlık birey eğitiminin de tarihidir.
   Cins ayrımını din mezhep ayrımını etnik farklılıkları aradan kaldıran örgütlenmiş kurumsallaşmış bir sosyal savaşın tarihini okuyarak bugüne geldik.
    Demokrasinin başta anayasa sonra kurumları sonra bireysel haklarının tüm tarihi işte bu gelişmenin tarihidir, birey, seçim, yasa, güvence ve haklar tarihi.
    Ülkemize dönelim, diyelim 40’lı yıllarda Köy Enstitüleri’nin sayısı üç-beş değil onbinlere yani hiç değilse köylerin üçte birine ulaşabilseydi Türkiye’nin demokrasi haritası çok daha sağlam rayına oturacağını hepimiz söyler dururuz. Öküzü, sapanı, tarlası, ürünüyle köylü hemen her uygarlığın özü, kökü, her şeyidir. Ancak sanayileşme çağında yaşıyoruz. Köylüler şehre kendi bilgi beceri alanlarını bırakıp hiç bilmedikleri bambaşka sosyal yapılar içine geliyor, onbinlerce yıldır atadan dededen gelen o müthiş tarla bitki ürün iklim bilgilerinin hiçbiri şehirde beş para etmiyor.
    Köylüler üstelik dine geleneğe dini örgütlenmeye çok daha yakın iç içe bir hayat içinde büyürler. Ancak sanayi çağı, bir örgütlenme, maddeyi, emeği üretimi projeyi kolektifleşmeyi olmazsa olmaz bir sosyal yasa olarak öngörür. Dini değerler ya da hısım akraba geleneksel köylü değerleriyle şehirde kimlik ve yer bulmak çok zordur. Türkiye aydınıyla şehirlisiyle akademisi ve medyasıyla bu ‘zorluğu’ aşamamış altında kalarak parçalanması an meselesi haline gelmiş bir ülkedir.
    Hani şu meşhur altmış yılın aralıksız sağ iktidarları deriz ya, köyden şehre inen kitlelere, maddeyi kaynağı ürünü emeği örgütü kolektifleşmeyi tanıtmayı değil, bu kitleleri sadece sandık hesabı oy hesabı kullandı, büyük çıkmaz sorun da burada başlamıştır. Köylüleri şehirde oy deposu olarak bekleyen şehirli siyasetçiler de dilleri konuşmaları zevkleriyle tıpkı halasının dayısının oğlu gibi köylülerin burnundan düşmüş gibiydi.
    Yetmiş yılın sağ siyasetçileri, şehre yeni inenleri, dini muhafazakar geleneksel değerlerinin diliyle oynayarak kullandı.
    Şunu da söyleyelim, altmış yıl önce siyasilerin köylülerin dini değerlerini kullanması oldukça naifti, nerdeyse demokrasi şakaları fıkralarının zübük politikacılarının marifeti şeklindeydi. Ama dini değerleri kullanmanın çok kullanışlı çok kolayından siyasi faydaları sağcı partileri iktidarlara taşıdıkça, dini kullanmanın da yepyeni ideolojik tezgahları ‘kurumsallaştı’.  Artık bu kullanma uluslarası siyasetin de gündemine ‘ılımlı islam’ olarak çoktan girdi yani artık Demireller’e de artık ihtiyacımız yok, dünyalılar da öğrendi, aracı sağcı siyasetçiler de sonunda aradan çıkarıldı, Oflu’nun direk Allah’a bağlanması gibi, Artık Amerika kullanıyor bu değerleri.
    Köylülerin de çok kolayına geldi, şehirde üretmeyi emeği örgütlenmeyi değil, bir yakın akraba cemaat şeyhi dayısı sadakati itikadiyle kendine  kimlik ve fırsat edinmeyi.  Köylüler de önce dayımın oğlu bizim köylü bizim oralı naifliğinden artık çoktan uzaklaştı, davranışlarından giyimlerine kadar kendilerine tıpatıp benzeyen Demirel gibi ikinci el siyasetçiler değil dini partiler gibi birinci el’den cemaatler vasıtasıyla yepyeni bir siyasi örgütlenme içine girdiler.
   Atlayarak gidelim, kurumların şeklinden çok kullanılan dil’i merak edelim. Mesela bugün şehirli bir insana siyasi bir konuşma yaparken, onun nasıl sömürülüp haklarının elinden alındığını, imtiyazlı ayrıcalıklı sınıfları işaret ederek propaganda yaparsın.
   Ancak şehre gelmiş köylülerimize siyasetçilerimiz başka bir dil kullandı, sonucu bugünkü dehşete gaddarlıklarla sonuçlanan bir ‘aşağılama’ dilini bir elli yıl kullandılar, sonra bu aşağılama dilinin marifetlerini gördükçe bu aşağılama dilini ideolojileştirdiler, İslamcılık denilen şey de işte bu aşağılama diliyle oluşturulmuş siyasi gargaranın tarihidir..
   Altmış yılın sağ iktidarları şehrin bu yeni misafirlerine her vesileyle ‘aşağılandıklarını’ bu yüzden fakir ezilmiş yoksul dışlanmış olduklarının kara propagandasını yaptı.
   Ama bu son yirmi yılda gelişen İslamcılık ideolojisi baştan sona ‘bu halkın değerlerine yapılan’ aşağılamaların bitmeyen uzun manifestosunu da çoktan geçti sonunda başka türlü düşünen herkesin kökünü kazıyan bir imha savaşı ilanına dönüştü.
   Öyle ki son altmış yılın sağ iktidarlarının onlarca lideri her kürsüye çıkışta konuşma süresinin nerdeyse yüzde doksanını işte kendi köylü kitlelerinin diliyle diniyle alay edilip aşağılandığını söyleyip, işleyip, saf beyinlere kazıyıp, hatta Atatürk’ü şeytanlaştırdı, hatta bütün kötülüklerin anası olarak Cumhuriyet’i düşmanlaştırdı durdu.
  Oysa siyasiler aynı kitlelere ezilmişlik ve yoksulluklarını hukuki olarak kabul edilebilecek bir meşru zeminde eleştiri dili olarak kullanabilirdi. Hak arama ve karşı koyma biçimlerinin daha sosyal daha kurumsal daha şehirli daha modern yollarını öğretebilirlerdi. Hayır, ülkeyi tam bir düşmanlık içinde kilitleyecek ülkenin en temel kurumlarını toptan rededen bir ideoloji dilini önce oluşturup sonra devlet haline getirdiler.
   Üstelik  bu kitleler örgütlenme becerilerinden kasıtlı şekilde uzaklaştırıldı, en basitinden bayiye gidip gazetesini bir sosyal eylem olarak alması dahi istenmedi, hazır kapısına konuldu, seçimi olan bir örgütün içine asla değil siyasi liderlerine şeyh gibi padişah gibi ölümüne sadakatla bağlanmanın dinen Allah’ın da istediği en büyük ahlak olduğu yazılarla konuşmalarla işlendi.
    Türk demokrasi tarihi aynı zamanda bu yüzden seçim zamanlarında cemaatlerin ağaların tarikatların şeyhlerin en çok konuşulduğu tarihtir.
    Özet, bireye ve seçime açık sosyal örgütlenmelerin hiçbirini beceremeyen bu kitleleri kendi cemaat ya da hemşehri derneklerinde oy deposu olarak tutmanın her türlü ahlaksız biçimlerini dümenlerini denediler.
   Seçim günü olsun olmasın siyaset dedikleri aralıksız bir aşağılama kültürüyle köyden yeni gelmiş kitleleri hukuk’a devlet’e cumhuriyet’e toplumsal değerlere karşı canavarlaştırmanın yolunu açtılar.
    Velhasıl İslamcılık, hakları ve emeğiyle sosyal örgütlenme becerisi olmayan bu kitlelere yepyeni bir ‘örgütlenme’ şansı doğurdu ve yepyeni bir siyaset dili oluşturdu.
    İslamcı dernekler İslamcı tarikat ve cemaatler, seçimsiz kişiliksiz bireysiz yapılardı. Sadece gözü kapalı sadakatla ayakta duruyordu. Kurum yok kişi yok seçim yok. Lider ve şeyhleri işte bunlar sizi aşağılıyor sizinle alay ediyor sizin kıyafetinizle dininizle geleneğinizle dalga geçiyor diyen amansız ve hız kesmeyen büyük bir kara propagandanın içine düştük.
   Şimdi siz biz hepimiz, bu gaddar hukuk’a bu denli dini dehşete nasıl niçin ses çıkartmıyorlar diyorsanız… önce, işte kitleler siyasi örgütlü bir mücadeleye değil kardeşin kardeşi yediği öldürdüğü bir kan davasına daha ilk günden hukuk dışı, demokrasi dışı, illegal kurum ve insanlıkdışı nefret söylemleriyle, beyinler yıkanılarak oluşturulan bir dil’i masaya yatırmamız gerekir.
   Bu vahşi dilin ideolojisi, sadece bize Türkiye’ye değil, insanlık değerleri ve çağımıza ve evrensel hukuk’a karşı girişilmiş bir meydan okumadır.
   Bu yüzden modern toplumların demokrasi tarihi, hakları emeğiyle sosyal bir örgütlenmeyi mutlaka hukuki yasal güvenceleri içine sokarak demokrasi hayatını başlatır.
   Ve bu haklı siyasi mücadelenin hukuki siyasi hudutları ve herkes için güvenceleri olurdu.
   Ama şimdi arkası karanlık şeyhler arkası ajan dolu Amerikalar’a kadar bin tezgahla tam ve katıksız bir kan davasının içine sokulduk.
   İşte gördük, sonuçları ortaya çıktı, bu gaddar hukuksuzluğu yani bu canavarlığı hala başka türlü okumak anlamak isteyen yeni tür frenkeştayn yazarlarımız da çıktı.
   Hepimiz oturup köylünün kan davalarının tarihini inceleyelim.. Bir evi çoluk çocuğuyla topluca yakanlar ya da hasımlarını beşikteki bebeğine kadar ortadan kaldırmanın tarihine, insanlık hatta ülkemiz hiç yabancı değildir.
   Bu yedi sülalesiyle yok etmek bu rahmindeki zürriyetine kadar kazıyıp ortadan kaldırmanın vahşi kültürü, insanlığın da en karanlık utanç sayfalarıdır.
   Haklar ve emeğiyle ve örgütüyle verilen siyasal mücadelenin ‘kültürü’ bambaşka bir şeydir, en azından hukuki güvencesi olan sınırları çizilmiş daha tımar edilmiş bir şiddet’tir.
   Birer demokratik kurumlar olan sosyal örgütler partiler dergilerin sınırları her şeye rağmen ‘hukuk’ içinde bir yerdedir.
   Şimdi bir halk şok içinde, şimdi sormalı hepinize, şehre yeni gelmiş köylülerin ezilmişliği tembelliği uyuşukluğu ve beceriksizliği ve dini değerleri kullanılarak infilak ettirilen bu gaddarlığı tanıyanınız var mı içinizde? İslamcı Tanrılar’a sessiz kalanların İslamcı Tanrıları görmezden gelenlerin İslamcı Tanrılarla düşüp kalkmakta maaş almakta ödül almakta beis görmeyenlerin felaketidir bu.
   Hakları ve emeğiyle, birey olmadan seçim olmadan, vatandaş ve yurttaş olmadan, şehirleşmeden, demokrasi kültürü almadan, demokrasi dışı kurum ve söylemlerle siyasete sokulmalarına izin verilmiş derme çatma illegal sahte ‘ kurumlar’ın marifetidir bu amansız gaddarlık.
    Köylülere emek, ürün, hak, örgüt, çalışma değil, cemaat yapıları içinde bir şeyhe bir tarikata ya da benzer yapılar içine bağlayıp iktidara yürüyenlerin yol açtığı bir dehşettir bu.
    Neymiş, geçti artık  demokrasi için demokratik kurumların ‘ruhu’ konusunda hassas olmalıymışız. Siyasi aktörlerin önce hangi hukuki yapılar içinde örgütlendiklerine daha başından çok titiz olmalıymışız, geçti artık, Afganistan Irak kadar dahi direnç gösteremeden bütün hukuk kurumlarınızla üstelik dalga geçilerek işgal edildiniz.
    Sorgulamayı bilmeyen gaddarlıktan zerre rahatsız olmayan şeyhim liderime kurban olurum deyip ölümüne bir sessizlikle yola çıkanların bu vahşi tarihine kimler el ayak oldu. Kimler tezgahladı, artık yeniden okuyun. Demokratik sosyal kurumlar konusunda hassas olmayan görmezden gelen herkesin gafletleriyle ortaklaşa yazdıkları vahşetin tarihidir bu.
    Mendereslerin Demirellerin Tansular’ın Özallar’ın ve Tayyipler’in sıra sıra kullandığı, emeği bireyi yurttaşlığı örgütlenmeyi hakları hiçe sayıp, kolayından oy deposu görüp, onları vahşi bir kan davasının aşağılama diliyle elli yıldır utanmadan kullanan sağ siyasetin tarihidir bu.
    Beslediler büyüttüler yediler sevdiler öptüler pişpişlediler ve sonunda hukuk’u ve devleti ‘canavarların’ bitmeyen gecesinin kabuslarına Amerikan ajanlarının marifetleriyle terk ettiler.
    Modern şehri ve modern sosyal kurumları zerre tanımayan önemsemeyen altmış yılın sağ siyasetçilerinin hediyesidir, bu vahşi son.
    Sonuç olarak, anlatsan romanını yazsan, dünyada hiç kimsenin inanmayacağı kadar vahşi bir hukuk felaketi.
   Dini, ezikliği, geri kalmışlığı, uyuşukluğu, beceriksizliği kullanılarak bir köylü şiddetinin sonsuz merhametsiz imkanlarıyla girişilmiş bir imha savaşıdır bu.
    
    Bu kısa tarihçe, demokrasiyle devleti hala karıştıran aydınlarımıza armağan olsun.
    Bu kısa tarihçe,  sevmedikleri devleti yıkmak için yanlışlıkla modern toplumun her şeyi hepimizin güvencesi demokrasiyi ve hukuk’u yıkanlara armağan olsun.
   Bu kısa tarihçe, demokrasinin en temel kurum ve örgütlerini ciddiye almadan tezgahla dümenle güya özgürlükleri konuşup dalga geçen aydınlarımıza afiyet olsun.