2016 8 Mart’ı yaklaşırken hemen tüm şehirlerde kadınların alanlara çıkışı engellenmekte. Kolluğun orantısız bir güçle kadınlara saldırdığını genel akım medya dahi görmezden gelemiyor. Baskılar ne denli yüksek olsa da başta emekçi kadınlar olmak üzere tüm kadınlar günlerinin anlamına uygun olarak ülkenin üzerine çekilen zifir karanlığı parçalayan çoban ateşi olmaya devam ediyorlar.

     Kadının ezilen cins konumuna düşmesi yazılı tarihin başlangıcından çok daha eskidir. Benim gibi toplumcu akılla düşünenler bunu tarihin ilk ve en köklü sınıfsal baskısı olarak tanımlar. Günümüz kapitalist toplumunda kadın, eski çağlardan süzülüp gelen baskı ve egemenlik biçimleriyle tümüyle kuşatılmış, bunlara bir de yeni zincirler eklenmiştir.

     Feodal yargılar, geleneksel kalıplar, dinsel sınırlar… Kapitalist barbarlığın ihtiyaçlarıyla birleşir. Kapitalizmde kadın; hem cinsel bir meta, hem emeği en ucuz biçimde sömürülecek ücretli köle, hem sistemin temel direği olan aile kurumunun bekçisi, hem erkek emekçiyi patronlar için üretime hazırlayan ücretsiz hizmetçi, hem de kapitaliste yeni ücretli köleler doğurup yetiştirecek bir kuluçka makinesidir. Biraz sert oldu farkındayım lakin geçek bu.

     Kadına yüklenen yukarıda saydığım görevler, en gelişmiş kapitalist ülkelerden en geri olanlarına kadar hemen hepsinde aynıdır. Sadece düzeyleri, biçimleri farklıdır. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, 2. Enternasyonalin kadın üyelerinin dünya kadın ordusunun acılarına, ezilmişliklerine, sömürünün en vahşi biçimleriyle kamçılanmasına karşı koydukları bir şerhtir. Kadın cinsinin ve özelde de emekçi kadın ordusunun acılarına bir günle sınırlı olmaksızın dokunmaya, bunu yaratan koşulara karşı sürekli bir mücadele zorunluluğuna bir davettir. 

     O acılarda, sınıfların, sınırların, eşitsizliğin tüm biçimlerinin, baskının, tahakkümün ve her türlü zorbalığın olmadığı bir dünya yaratacak kudretin saklı olduğunu duyumsamaya çağrıdır. 

O acılardan tarihin derinliklerinden süzülüp gelen bir çığlığın saklı olduğunu haykırmanın, o çığlığı saklı yerinden çıkarıp yeryüzüne salmanın, sarsmanın çağrısıdır. 

     Evet, bundan tam 158 yıl önce New York’taki bir tekstil fabrikasında çalışan kadınlar kölelik koşullarına baş kaldırdılar. Bugün olduğu gibi polis saldırısıyla karşılaşıp fabrikaya kapatıldılar. O anda çıkan yangından kurtulamayan 129’u katledildi. Bu katliam kadın sorununun kapitalizmde aldığı biçimin kavranması için milat oldu. O günden bugüne çok şey değişti belki ama kadının bu kölenin de kölesi olma durumu değişmedi. Tıpkı sömürü ve eşitsizliğin değişmemesi gibi… 

     Türkiye gibi ülkelerde kadın sorunu olarak tanımladığımız acıların, baskının, sömürü ve eşitsizliğin izleri daha derindir. Artık her güne bir ya da birkaç kadın cinayeti haberiyle uyanıyoruz. Bu cinayetleri işleyenler, iyi hal indirimleri ya da cezasızlıkla adeta ödüllendiriliyor. Sermaye devletinin başındakiler yaptıkları açıklama ve konuşmalarla, sokağa çıkan, çalışan, kendi çizdikleri sınırların dışına çıkan tüm kadınları hedefe çakıyor, bu cinayetleri teşvik ediyorlar. Boşanmak isteyen kadın, saldırıya uğraması gereken bir düşman olarak gösterilmek isteniyor! 

     Özgürce gülen, çalışan kadınlar; onları cinsel bir meta olarak tanımlayan ölçütlerle kodlanıyor, taciz ve tecavüze uğramaları meşrulaştırılıyor. Kadının bugüne kadar kazandığı tüm özgürlük alanları din ve ahlak nakaratlarıyla tek tek elinden alınmak isteniyor. Tarihte eşine az rastlanır bir gerici kuşatma altında kadın. Sınırlarının kanla bir kez daha hatırlatıldığı siyasal/toplumsal bir kuşatma altında… Bunların hepsine ek olarak emek gücünü kölece biçimlerde kapitaliste sunmaya zorlanıyor.

     Kadından istenen, evinden burnunu çıkarmaksızın hem ev işlerini yapması, hem çocuk doğurması, hem erkeğin hizmetçisi olması, hem de tüm bunlarla birlikte evden yapacağı işlerle sermayeye artı değer sunmasıdır.

     Fakat yağma yok, uyandılar bir kere. Özgecan’ın tecavüzcüsünün yüzüne geçirdiği tırnaklarındaki direnç tüm kadınların ruhunda fırtınalar yarattı. O fırtınayı sokaklara saldılar. Öğretmeninin tecavüzüne uğrayan Cansel Buse’nin tutunmaya çalıştığı tüm dalların kırıldığını görerek yaşamına son vermesiyle aslında hepimiz öldüğünü bir kez daha bilince çıkarttık. Acının en katmerlisini yaşayan Kürt kadınlarının Arin Mirkanlaşan direncinde kadın gücünün, yaratıcılığının zirvesini gördük. Tarihin tüm dönemeçlerine kanlarıyla imza atan kadınlarımızın sokakları, işkence haneleri inleten direnç haykırışları damarlarımıza işledi.     

     Damarlarımızdan damıta, damıta biriktirdiklerimizle dün olduğundan daha gür haykıracak bir tarihsel dönemeçteyiz. Zifiri karanlığı parçalayan çoban ateşidir artık kadınlar. Bu zifiri karanlığı içindeki tüm kötülükleriyle birlikte çoban ateşiyle yakıp küllerinden yeni bir dünya yaratacak birer Anka kuşu gibi 8 Mart’ın tarihsel sorumluluğa uygun bir inançla mücadelemizi sürdürmeliyiz. Yaşasın 8 Mart. Yaşasın Dünya Emekçi Kadınlar Günü.